Ortadoğu'ya nizam vermek, daha doğrusu demokrasi ve özgürlük getirmek yani Batı medeniyetinin ayrıcalıklarının bu coğrafyaya kazandırılması gibi büyük iddialarla askeri işgali meşrulaştıran ABD'nin Libya ile kurduğu ilişki mikro düzeyde hayli anlamlı. Soğuk Savaş dönemi süresince terörist ülkelerin başında gelen, ambargo uygulanan, hatta Amerika'nın birkaç kez bombaladığı dikta yönetimiyle bilinen Kaddafi'nin bir anda model haline gelmesi çok kimsenin dikkatini çekmedi. Ortadoğu'ya demokrasi ve özgürlük getirmek için asker gönderen, BOP modelini uygulamak için seferber olan ABD'nin bölgede iş tuttuğu müttefiki oluvermişti Libya. Şimdi, nükleer teknoloji peşinde koştuğu için İran'a savaş tehditleri yapan ABD; Libya ile nükleer analaşma imzalıyor. Haberlere göre Amerika, karşılıklı işbirliği içinde nükleer teknolojisini Libya ile paylaşacak ve bu ülkenin nükleer güç olmasının önünü açacak. Ortadoğu'da yaşananların nasıl okunması gerektiği sorusuna verilecek cevap dünyanın geleceğine dair var olan ya da olmayan tasavvurlarımızın ipuçlarını verir. Bu bölgede yaşananlardan yola çıkarak insanlığın kaderine ilişkin bir genelleme yapmanın çok iddialı, hatta gerçek/lik/leri gözardı eden bir soyutlama denemesi olarak algılanabilir. Oysa hem Ortadoğu'nun özellikleri hem burayı hedef seçen küresel güçlerin iddiaları bir araya getirildiğinde krizin bölgesel sınırları aşan, 'insanlık durumu'nu ilgilendiren boyutta olduğunu kavramak mümkün. 11 Eylül sonrası yaşananlar karşısında, geniş ufuklu bakmayı bilenler, rakipsiz bir dünya gücü olarak ABD'nin gösterdiği tepkiyi kullandığı dil, stratejik hedef ve niyetleri açısından irdelendiğinde sorunun bir medeniyet krizinden kaynaklandığının altını çizmekte gecikmediler. Yeryüzünde her dönem yaşanan savaşlardan bir savaş durumu yaşanıyor gibi görünse de bunun aktörleri ve jeo-kültürel özellikleri sıradan bir çıkar ya da güvenlik savaşı olmadığını ortaya koyuyor. Batı dünyası ve özelde Amerika'nın dünya sistemini tek başına şekillendirme iddiası ve gücünü göz önüne aldığımızda, Soğuk Savaş sonrası dünya sisteminin hangi değerler etrafında şekilleneceği sorusu, çıkar hesaplarının dışında Batı medeniyetinin tüm dünya karşısındaki sınavı anlamına gelir. Amerikan işgalinin Irak'ta temelde başarısız görünmesine rağmen, stratejik tercihleri açısından tutarlı görünen tarafı; tıpkı güvenlik sorunu gibi içinde bulunduğu medeniyet krizini kendi dışındaki jeostratejik ve jeokültürel alanlara taşımak istemesidir. Amerika'nın Ortadoğu politikasının elbette stratejik çıkar kaygılarıyla ilgili boyutu var. Ancak bu sadece askeri ve ekonomik kaygılardan ibaret bir savaş olsaydı Amerika için de kolay olurdu. Medeniyet krizi dediğimiz sorun da tam bu noktada ortaya çıkıyor. Bir dünya sistemini yeniden kurmak iddiasında ve kendini bu güçte gören bir devletin yaslandığı medeniyet değerlerinin krizi ve bu krizin muhtemel bedelinin bu coğrafyaya ödetilmek istenmesidir, işte karşı karşıya olduğumuz temel sorun. Tekrar Libya örneğine dönecek olursak, ortada söz konusu olan ilişki biçimi, devletler oyunu içinde "real politik" anlamda bir işbirliğinden ibaret değildir. Sözkonusu olan dünyaya nizamat vermek iddiasındaki bir gücün, medeniyet temsilcisi olma iddiasındaki bir devletin dünyaya nizam verirken başvurduğu kriterlerdir. Geçmişi itibariyle herhangi bir ülke olmayan Libya ile stratejik ilişkiye giren Amerika açısından şu soruların sorulması gerekiyor. Libya'da herhangi bir yönetim değişikliği mi oldu? Terörist ilan edilen Kaddafi işbaşından mı uzaklaştı yoksa daha önceki suçlamalardan aklandı mı? Bunları uzatabiliriz. Güncel olduğu ve geleceği okumakta yararlı imkanlar sunduğu için Libya örneğini ele almakta yarar var. Devrim kutlamalarında bile halkın karşısına çıkmak için tören sırasında meydanın dört bir yanına son anda birkaç tören platformu yaparak şaşırtmalara başvurma ihtiyacı hisseden, halkından kopuk bir lider hangi dengelerle iktidarını uzun yıllar boyunca koruyabilmişti? Bunun cevabını verebilirsek Amerika'nın hangi gerekçelerle Libya ile nükleer işbirliği yaptığını anlayabiliriz. Emperyalizmin bildik iki yüzlülüğünü aşan bir durum söz konusu. Aynı ahlaki değerleri stratejik boyutta Irak özeline uyguladığımızda, yaşanan kaosun hiç de tesadüfi olmadığı ortaya çıkar. Irak'ta yaşanan kaosun bedeli bölgede yaşayan insanlara ödetilmektedir. Ayrıca stratejik bir tercih olarak Amerika'nın bölgedeki varlığını sürekli kılacak bir ortam/gerekçe oluşturulmuştur. İnsanların kan ve canları üzerinde kurulmuş hegemonyanın içinde bulunduğu medeniyet krizinin bu coğrafyaya, hem de alternatif olma imkanını elinde tutan Müslüman coğrafyaya taşıma stratejisinin bilinçli olarak yürütüldüğünün altını çizelim.