Türkiye’de sivil-asker ilişkileri incelendiğinde teori ile pratik arasında çok büyük bir farklılık olduğu göze çarpmaktadır. Teoride asker, sivil otoriteye tabi görünmektedir. Ancak pratikte ülkemizde asker, tayin ve terfi sisteminden eğitime, tedarikten bütçe uygulamalarına, yargıdan, güvenlik stratejilerine ve savunma politikalarına kadar hiçbir batılı ordunun sahip olmadığı hareket serbestîsine sahip olmuştur.

Teoriden çok pratiği değerlendiren Batı için; Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin anayasal dayanakları ve sivil otoriteye bağılılık inandırıcı gelmemektedir.
Askerin bu konumunun tarihi, kültürel, sosyolojik ve jeopolitik nedenleri vardır.

Devlet kültürü
Ulusumuzun binlerce yıllık devlet kültürü ve deneyimi, askere devlet yapısı içinde önemli ve ayrıcalıklı bir rol vermiştir. Çokuluslu bir imparatorluk sonrasında da bu rol günümüze kadar korunmuştur.

Çünkü TSK, Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet’le birlikte hızlanan modernleşme ve Batılılaşmanın itici gücü ve öncüsü olmuştur.

Ayrıca soğuk savaş sürecince NATO’nun çevre ülkesi olarak Türkiye demokrasisini, Varşova Paktı’nın yakın ve direkt tehdidi altında olgunlaştırmak zorunda kalmıştır. Bu güvenlik ortamında iç ve dış tehdit olgusu, devletin bekası için öncelik almış, TSK’lerine halkın destek ve güvenini beslemiştir.

Bu dış tehdit baskısı ve iç tehdit algılamaları altındaki Türkiye’nin tercihleri genellikle, demokrasi, bireysel ve kolektif özgürlüklerin aleyhine olmuştur. TSK’nin lehine gerçekleşen bu tercih ve politikalar, TSK’nin devlet yapısı içindeki ağırlığını artırmış, konumunu vazgeçilmez kılmıştır.

Aslında bu durum Batılı müttefiklerce uzun yıllar anlayışla da karşılanmıştır. Hatta askeri müdahaleler yaşanmış olmasına rağmen Türkiye, bugünkü gibi ağır eleştirilmemiştir.

Bu yaklaşım sadece Türkiye’ye özgü değildi, diğer ülkelere de uygulanmıştır. Örneğin aynı dönemde; Yunanistan, İspanya ve Portekiz askeri diktatörlüklerden henüz yeni kurtulmuş olmalarına rağmen bu ülkeler, AB üyeliğine kabul süreçlerinde önemli bir sorunla karşılaşmamışlardır. Üstelik AB üyeliklerinin demokrasinin yerleşmesine katkıda bulunacağı gerekçesi ile destek görmüşlerdir.

AB’nin bakışı
1990 sonrası dönemde ise, soğuk savaş tehdit değerlendirmeleri ve öncelikleri önemini yitirmiş, demokrasi ve insan hakları gibi değerlerin önem ve öncelikleri artmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak; Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerinin demokratik standartlara uygun olmadığı eleştirileri başlamış ve AB tarafından özellikle üzerinde durulan bir konu haline gelmiştir.

AB, Türk ordusunun Batı medeniyeti ile bütünleşmiş, çağdaş bir Türkiye istediğinin, Batılılaşma ve modernleşmenin itici gücü olduğunun ve Türkiye’de aydınlardan sokaktaki bireye kadar büyük çoğunluğun orduyu, istikrarın ve çağdaşlığın güvencesi olarak gördüğünün farkındadır.

Ancak bugün gelinen noktada AB Türk ordusunun devlet yapısı içinde oynadığı rolü kabul etmemektedir. Bu düşünce artık Trans-Atlantik müttefik ABD tarafından da paylaşılmaktadır.

Çünkü özellikle İkinci Körfez Harekâtı öncesinde yaşananlar ve TSK içinden de Batı’ya alternatif Doğu’ya açılım stratejilerine işaret eden çıkışlar, Batı güç odakları ile TSK arasında ayrışmanın ilk işaretleri olmuştur.

Türkiye’deki sivil-asker ilişkilerine nesnel olarak bakıldığında; ‘Batılı’ anlamda ‘demokratik’ ve ‘sivil kontrol’ mekanizmasının olmadığı açıktır. Bu durum, Türkiye’deki asker-sivil birçok kesim tarafından oldukça iyi bilinen tarihi, sosyal, kültürel ve siyasi birçok gerekçeler nedeniyle içselleştirilmiştir.

Ancak ‘bize özgü’ olan bu sistem AB normlarına uygun olmadığı gibi, artık küresel güvenlik stratejilerinin ve bilgi çağının ihtiyaçlarına da cevap vermekte zorlanmaya başlamıştır. Bu husus son yaşadıklarımızla teyit edilen bir olgudur.

Bugün gelinen noktada sorunu şu şekilde tanımlamak mümkündür: Bir yandan mevcut sistemin ülkemizin ihtiyaçları ve devletimizin bekası biçin en uygun sistem olduğu inancı yaygındır. Diğer taraftan şartlar ve yaşananlar da bu sistemde radikal değişiklikleri zorlamaktadır.

Nasıl olacak da sivil-asker ilişkileri;
Batılı demokrasilerdeki normları, küresel güvenlik ve bilgi çağının ihtiyaçlarını karşılarken, aynı zamanda ulusumuzun ve devletimizin bekası için gerekli garantiler ve mekanizmalar korunabilecektir?

Ancak sorunun çözümü ile ilgili bir talihsizliğin de altı çizilmelidir.
Bu da ‘zamanlamadır’. 

Kaçınılmaz sorular
Zamanlama, sivil-asker ilişkileri konusundaki tartışmanın mahiyetini en çok etkileyen ve yapılması gereken değişikliklerle ilgili tartışmaların sağlıklı bir zeminde yapılabilmesine engel olan en büyük faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü AB’ne uyum kapsamında gündeme gelmesi kaçınılmaz olan sorunlar, en azından rejimle kavgalı geçmişi yadsınamayan bir siyasi eğilimin iktidarda olduğu bir dönemde gündeme gelmektedir.

Üstelik bu iktidar yüksek yargı tarafından ‘laikliğin karşıtı eylemlerin odağı’ olarak tescillenmiştir. Laiklik karşıtı eylemler ise; özellikle TSK tarafından ‘irtica’ genel tanımı içinde iç güvenlik tehdidi olarak algılanmaktadır. İç güvenlik tehditlerine karşı savunma da TSK’nın yasal sorumlulukları arasındadır.

Diğer taraftan Kürt açılımı süreci ile eş zamanlı alevlenen demokrasiye karşı darbe suçlamaları ise, TSK’nin yirmi beş yıllık terörle mücadelesine halk desteğini gölgelemiş ve halkın güvenini sarsacak boyuta ulaşmış görünmektedir.

Başka bir siyasi iktidar döneminde teknik bazı düzenlemeler olarak görülebilecek konuların dahi, mevcut iktidarla bir rejim tartışmasına dönüşebilme potansiyeli taşıdığı son yıllardaki tecrübelerle sabittir. Bu deneyimler de dikkate alındığında;
asker sivil ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gibi hayati önemi haiz bir konunun ele alınışındaki güçlükleri aşmanın zorluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Ayrıca bazı güç odaklarının, hedeflerine engel olarak gördüğü ordunun sistem içindeki etki ve rolünü sınırlandırıp pasifize etmek istediğini, bunu Türkiye’nin iç dinamikleriyle gerçekleştirmenin imkânsızlığı karşısında ise, dış faktörlerin de devreye sokulduğunu düşünenlerin sayısı göz ardı edilemeyecek boyuttadır.

Geleneksel yapı
İşte bu karmaşa içinde yine de kısa vadede Türkiye’de sivil-asker ilişkilerinin bundan sonra nasıl olacağı konusunda asıl belirleyici faktör; askerin yani TSK’nin tavrıdır.
Çünkü Türkiye’deki geleneksel devlet yapısı ve kamuoyunun TSK’ne her zaman ve her koşulda duyduğu ve gösterdiği güven, parlamentoda hangi çoğunluğa veya hangi siyasi eğilime sahip olduğuna bakılmaksızın herhangi bir siyasi iktidarın tek başına TSK ile ilgili bir karar alması ve uygulamasına olanak vermeyecek niteliktedir.

Ancak kısa vadede böyle olmakla birlikte, bu durumun son günlerde yaşadığımız TSK’nin odağına yerleştiği ve hedefi olduğu tartışmalar nedeniyle, özellikle orta vadede AB hedefinin artık ‘ulaşılabilir’ görülmesine koşut olarak, kamuoyu baskısının Silahlı Kuvvetler aleyhine güçlenebileceği göz ardı edilmemelidir.

Aslında TSK’nin de kendini bu açıdan sorgulaması ve öz eleştiri ile gerçekçi yapısal değişimin düğmesine basma zamanın geldiğini görmesi gerekirdi. Ancak içinde bulunduğu terörle mücadele, böylesine kritik ve kırılgan bir süreci ötelemiş görünmektedir. Ancak TSK yine de öncü rolünü gösterip kurumsal yapısını değişen ihtiyaçlara cevap verebilecek düzeye getirmelidir.

İktidar, muhalefet ve kamuoyu ise; yaşananlara karşı tepkisel çözümler yerine, kurumsal gereksinimleri nesnel olarak karşılayabilecek, akıl ve bilimin yönettiği çözümleri geliştirmelidir. Unutulmamalıdır ki; halkına karşı güven veren, dışa karşı ise caydırıcılığa sahip bir ordu olmadan Türkiye’nin bu coğrafyada ve bu güvenlik ortamında ayakta kalması çok güç görünmektedir. Ortadoğu’da tarih, yanlış adım atan devletleri hiçbir zaman affetmemiştir. 

Ali Er: Emekli tuğgeneral

 


Kaynak: Radikal