Türkiye'deki krizde, AB'yle müzakerelerin durma noktasına gelmesinin payı var. AB projesi peşinde koşan bir AKP'nin eşzamanlı olarak dine odaklanması zordu; üyelik umudu azalınca laiklerle sessiz pazarlık da bozuldu
İlk bakışta, Türkiye'deki krizle Sarkozy'nin Fransa cumhurbaşkanı seçilmesinin aynı zamana denk gelmesi tesadüf gibi görünebilir, ki bir yere kadar öyle. Türk ordusunun darbe tehdidinin, Fransa'da seçimi sağcıların kazanmasıyla ilgisi yoktu. Yine de, sağcı Fransızların seçilmesiyle ordunun siyasete dönüşü arasında bağlantı kurulabilir. Fransa'da AB Anayasası reddedildiğinde, bu halkın büyüyen bir AB ve Türkiye'ye muhalefetinin dışa vurumu olarak yorumlandı.
Bu oylamanın sonuçları Türkiye için netti.
O zamana dek, Almanya Başbakanı Schröder, Britanyalı meslektaşı Blair ve Chirac zorla da olsa, Türkiye'nin üyeliğine ısınılmasını sağlamıştı; durum şimdi tersine döndü. AB seçkinleri arasında kısa bir süre Türkiye'nin üyeliğinden yana oluşan çoğunluk, Fransa ve Hollanda'daki anayasa referandumlarının ardından kayboldu. Başbakanlığın Merkel'e geçmesiyle yıkıldı ve şimdi Sarkozy'nin seçilmesiyle ret manifestosuna dönüştü.
Üyelik müzakereleri de şimdiye dek buna uygun biçimde yürütüldü. 35 başlıktan sadece ikisi müzakere edildi. Sekizi donduruldu. Buna, 'Türklerin suçu, limanları Kıbrıs'a açsalardı olurdu" diye karşı çıkılıyor ama bu formalite icabı söyleniyor.
Türkiye-Avrupa ilişkileri daha önce inişe geçmişti. Kötü atmosfer karşılıklı olarak güçlenmişti.
Türklerin başlangıçtaki coşkusu giderek daha az hissediliyordu. Bu, AB'nin talep ettiği ve Türkiye'yi acıtan önlemlerle de ilgisizdi.
Asıl neden yüzlerce kez gönderilen, 'Esasen sizi istemiyoruz. Avrupalı değilsiniz' mesajıydı. Bu, Türk halkını derinden gücendirdi.
Başka zamanlarda başarı sergileyemeyen Erdoğan karşıtı muhalefet, bu mesajları 'Avrupa bizi bölmek istiyor' gibi söylemlerle milliyetçilik kampanyasına dönüştürdü.
Erdoğan'ın müzakerelerden aldığı olumlu sonuçlar azaldıkça, bu kampanya yeşerdi. Milliyetçilik kampanyasında anahtar rol Kıbrıs'ındı. Erdoğan, büyük risk üstlenerek Denktaş'ın engelleme politikasının kalkmasını sağladı, Kıbrıslı Türklerin Annan Planı'nı onaylamasına katkı yaptı.
Rumların planı reddetmesi, AB üyesi olması ve o dönemden beri Türkiye'yle müzakere koşullarını dikte etmesiniyse hayret içinde izledi.
AB'nin Rumların baskısı sonucu sekiz başlığı dondurmasıyla Erdoğan hükümetinin AB projesinde başarısızlığı netleşti. Artık AKP için önemli olan, AB umudu olmaksızın da gücünü korumaktı.
AKP bu yüzden cumhurbaşkanlığını elde etmek istiyor. Aynı şey ordu için de geçerli. Ordu, AKP'nin Türkiye'yi AB'yle parlak bir geleceğe götürmeyi başarmasından endişelendiği için darbe tehdidinde bulunmadı.
Ordu da artık ülkenin Batı'da şansı olmadığına inanıyor.
Seleflerinden farklı olarak Türkiye'yi laik Avrupa'ya götürmeyi vaat etmesi, AKP'yle laikler arasındaki sessiz pazarlıktı. Bu yüzden de Türkiye'yi, eşzamanlı olarak bir şeriat devleti yapabileceğine yönelik bir tehlike yoktu. AB projesi ne kadar iyi ilerlerse, ordu da o kadar erken müdahaleden vazgeçerdi.
Süreç kötüleştikçe gerginlik arttı, Avrupa'nın parçası olma umudunun etkisi kayboldu. Şimdi yaşananlar, 'normale dönüş' diye nitelenebilir. Türkiye'de demokrasi, çok partili sisteme geçildikten sonra da sadece nispi boyuttaydı. Geçmişte milyonlarca insan, ordu müdahalesini tasvip etti ve bugün de hâlâ etmekte.
Türkiye'de seçim tarihi ve yöntemine ilişkin çekişmeler, demokratik kurumların hâlâ zayıf olduğunu gösteriyor.
Önümüzdeki haftalar, ülkenin gerçekten, demokratik sürece dönüp dönmeyeceğini gösterecek.
Türkiye, kendi başına kaldığında son altı yılda yerleşen standartlara sahip mi çıkacak, eski karmaşaya mı dönecek?