Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’la ortak bir basın toplantısında doğru kelimeleri bulmak kolay olmayabilir ve Britanya Başbakanı David Cameron da bu hafta o kelimeleri bulamadı. Avrupalı liderler Türkiye’yi her zaman Batı’yla Müslüman dünya arasında bir köprü olarak görmüştür.
Fakat AB’nin Türkiye’yle tam üyelik müzakerelerini 2005’te başlatmasından bu yana Erdoğan birçok açıdan Batı’ya sırt çevirdi. İsrail hükümetini savaş suçu işlemekle itham ederken, Sudan hükümetini aynı suçlardan temize çıkardı. Erdoğan Almanya’yı Türkiye ‘nefreti’yle suçlarken, yardımcıları İran’ın nükleer programının nükleer silah üretmeyi amaçladığı düşüncesine kuşkuyla yaklaşıyordu.
Erdoğan demogoji yapıyor
AB açısından, bütün ‘diplomatik yumurta’ları Türkiye’nin sepetine koymanın, ilişkileri güçlendirmek yerine zarara uğratan bir hata olduğu anlaşıldı. Avrupa ülkelerinin hiçbirinin kamuoyu Türkiye’nin üyeliğine istekle yaklaşmıyor. Batı’nın Türkiye için tahayyül ettiği ‘köprü’ rolü, NATO’nun ikinci en büyük ordusuna ve dünyanın 16. en büyük ekonomisine sahip olan bir ülke için fazlasıyla mütevazı görünüyor. Türkiye’nin komşularını, dinlerini iflas etmiş durumdaki Batı’yı artık korkutmayacak şekilde yumuşatmaya güle oynaya ikna edeceğini varsaymak da hem küçümseyici, hem de modası geçmiş bir düşünce. Tüm bunların sonucunda katılım müzakereleri, elle tutulur bir ikiyüzlülüğün de damgasını vurduğu bir çıkmaza girdi. Cameron bu hafta o ikiyüzlülüğü kırmak ve Britanya’yı Türkiye’nin üyeliğini destekleyenler listesine yerleştirmek için yola çıktı.
Cameron için bunu yapmak, bazı istisnaların dışında Türkiye’yi Avrupa’ya yaklaştırmaktan ziyade Avrupa’yı Türkiye’ye yaklaştırmak anlamına geliyordu. İsrail konusundaki yorumları bunun en belirgin örneğini sunuyor. Britanya başbakanı, anti-Siyonist maçoluğun kendisine ‘dünya kamuoyu’nun onayını kazandıracağına inanmış görünüyor. Cameron’ın da gayet tahrik edici bir biçimde ifade ettiği gibi, Gazze’nin bir ‘esir kampı’na benzeyip benzemediği (benziyorsa da niçin benzediği) ve İsrail’in haziran başında Gazze ablukasını kırmaya çalışan filodaki Türk gemisi Mavi Marmara’ya düzenlediği saldırının orantılı olup olmadığı konusunda meşru bir tartışma yapılabilir.
Fakat bu tartışmanın yapılacağı yer Erdoğan’ın yanındaki bir platform değil. Erdoğan son iki yıldır, İsrail konusunda yapıcı olmaktan ziyade demagojik bir söylem kullanıyor. Partisi AKP, filonun sponsoru olan Türk vakfı İHH’yı destekledi. Erdoğan bu bahardaki bir cenaze töreninde, “Hamas’ın bir terör örgütü olduğunu düşünmüyorum” dedi. Cameron İsrail’in baskınını ‘kesinlikle kabul edilemez’ diye nitelediğinde, Erdoğan saldırıyı Somalili korsanlarınkine benzetti.
İsrail’i kötülemek konusunda Erdoğan’a katılmak, Türkiye başbakanının demagojisine Batı onayı vermek anlamına geliyor. Cameron “Türkiye bizim her tür terörizmle savaşma kararlılığımızı paylaşıyor” diye konuşurken aslında doğruyu söylemiyor. Erdoğan Kaide bombaları konusunda Batı’nın endişelerini paylaşıyor. Erdoğan’la Batı, Hamas’ın roketleri konusunda farklı düşünüyor.
Cameron’ın genellemesi hatalı
Cameron’ın argümanının ana noktasına da, yani Türkiye’nin AB üyeliğiyle ilgili kısmına, temel ayrımları yapmak konusundaki aynı isteksizlik damgasını vurmuştu. Britanya Başbakanı Türkiye’nin Soğuk Savaş sırasında NATO’yu Sovyetler’den korumak konusunda oynadığı role, sanki o koruma karşılıklı değilmiş, sanki Türkiye NATO’ya hayırseverlik nedeniyle katılmış gibi değindi. Britanya başbakanı, “Türkiye’nin kampı koruyabileceğini, fakat çadırda oturmasına izin verilmediğini söylemenin çok hatalı olduğuna inanıyorum” diye konuştu. Bunun konuyla hiç alâkası yok: Bir ülke askeri askeri bir ittifaka, onunla siyasi birlik oluşturmadan girebilir.”
Cameron Türkiye’nin AB üyeliği lehinde bir argüman öne sürmek yerine, bu üyeliğe karşı çıkanlar için kulağa aynı gelen bir dizi sıfat kullandı. Bu kişiler ya ‘korumacı’, ya ‘kutuplaşmış’ ya da ‘önyargılı’ydı. Müslüman bir ülkeyi Avrupa’ya kabul etmek konusunda endişeleri bulunan insanlar ‘önyargı’ kategorisinde. Cameron diyor ki, “Bu kişiler gerçek İslam’la aşırılıkçıların teşvik ettiği çarpık versiyon arasında hiçbir fark görmüyor” ve “İslam’ın Hıristiyanlık ve Musevilik gibi diğer dinlerle paylaştığı değerleri anlamıyor” Cameron’ın tarif ettiği bu adamlar kim ki? Avrupalılar İslam’la Kaide arasındaki farke elbette ki anlıyor. Fakat aynı zamanda şunu da anlıyorlar: Bir halkın kültürü ve gelenekleri onun hazinesidir; ve kendisine saygı duyan bir halk geleneklerini son derece isteksizce değiştitirecektir. Türk Müslümanların Avrupa’nın tarzına uyum sağlamakta yavaş kalacağından endişe duymak, İslam’a karşı ‘önyargı’ değil, ona saygı anlamına gelir.
Avrupalıların sebepleri haklı
AB üyeleri Türkiye’ye ihtiyatlı yaklaşmak konusunda yeni sebeplere de sahip. Lizbon Anlaşması birlik içindeki nitelikli çoğunluk oylamasını, oy ağırlığını nüfusla doğru orantılı olarak hesaplayacak şekilde genişletecek ve Türkiye büyük bir ülke. İstikrar ve büyüme paktının avronun reel döviz kurundaki iç oynamaları engellemekteki başarısızlığı nedeniyle federal mali politikalar ve ülkeler arası transferler artık daha muhtemel görünüyor ve büyüme oranlarına rağmen Türkiye kısmen yoksul.
Dahası, katılım süreci Türkiye’yi ilk başta arzulanan bir aday haline getiren şeylerin bir kısmını ortadan kaldırdı. Erdoğan daha fazla demokrasi ve daha esnek bir anayasa getirmenin yanı sıra orduyu meydandan uzaklaştırarak Türkiye’yi siyasi açıdan ‘Batılılaştırıyor’. Fakat seçmenler bu yeni özgürlüğü ülkeyi toplumsal açıdan ‘Doğululaştırmak’ için kullanıyor. Bu da siyasi hayatta daha fazla İslam, kadınlar için daha önemsiz bir rol ve farklı ittifaklar anlamına geliyor. Türklerin bu tür tercihlerde bulunmaya hakkı var. Fakat Avrupalıların da, Türklerin bunu AB’nin dışında yapmalarını tercih etmek açısından önyargıdan daha farklı sebepleri var. (ABD’de yayımlanan Weekly Stardard dergisinin editörü, 30 Temmuz 2010)
Kaynak: Radikal