Ergenekon soruşturması ve Obama'nın Beyaz Saray'a yerleşme töreni Türkiye gündeminin ana konuları gibi gözüküyor ve bu arada yeniden ivme kazanması beklenen AB'ye üyelik süreci ikinci planda kaldı gibi bir izlenim doğuyor.
Geçen hafta dört yıl aradan sonra Başbakan T. Erdoğan AB merkezi Brüksel'e girmişti. Bu ziyaretin esas amacının Türkiye'nin AB yolundaki kararlılığını hem Avrupa hem de Türkiye kamuoyuna göstermek olarak özetlenebilir. Bu çerçevede Türkiye'de bir süreliğine duran reform sürecinin duraksama nedenlerinin açıklanmış olması çok yüksek bir olasılık. Avrupa'daki her toplumsal kesimin Türkiye'de neler olup bittiği ile ilgilendiğini düşünülmese de, birçok yetkin ismin reformların duraksama nedenleriyle Türkiye'de yaşanan siyasal ve hukuksal çalkalanmalar arasında ne tür bağlar bulunduğuna dair kafa yordukları söylenebilir. Dolayısıyla Brüksel ziyareti sırasında Türkiye'den giden heyetin aslında Ergenekon davası çerçevesindeki tüm gelişmelerin tam da reform süreciyle ilgili olduğunu anlatma olanağı buldukları düşünülebilir. Zira bu dava ve etrafındaki tartışmalar Türkiye'de bundan sonra yapılacak reformları 'uygulanabilir' kılacak bir ortam yaratmaya hizmet edecek bir süreç.
Öte yandan Başbakan'ın 2009 başı itibariyle öngörülen reformlarla ilgili bilgi verdiği de unutulmamalı. Bu reformların yapılması konusundaki inandırıcılığı da şu ana kadar atılan, TRT-2'nin Kürtçe yayınında olduğu gibi, kendisi küçük ama anlamı büyük adımlar örnek verildi. Dolayısıyla Türkiye, Brüksel'e giderek AB'den bağımsız da olsa reformlara yönelik süreci devam ettireceğini, demokratikleşme ve hukuk devleti yolunda çaba vermeyi sürdüreceğini hatırlattı. Diğer bir ifadeyle Başbakan, AB'nin tüm engellemelerine rağmen bunların yapılabileceği bir ülke profili çizdi.
AB engellemeleri konusundaki Türkiye tavrının artık kızgınlık boyutuna tırmandığı da, gayet sert bir üslupla belli edildi. Başbakanın konuşmalarına verilen tepkilere bakılırsa AB bunu çoktan hak etmiş. Zira Türkiye, taraması tamamlanmış başlıkların raporlarının hala Brüksel'den gönderilmediğini, bir dizi başlığın hiç de üyelik kriteri sayılamayacak gerekçelerle açılmamasının siyasi bir bakışa karşılık geldiğini gayet açık biçimde anlattı.
Aslında bu konular ilk kez anlatılmıyor. Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde faaliyet gösteren sivil ve resmi tüm kuruluşlar bu sıkıntıları anlatıp duruyor. Sorun şu ki bu anlatma hali zaman kaybından başka bir şeye yol açmadı. Başbakan'ın sert çıkışı, hatta azarlar tavrı, oyalama ve geciktirme sürecinin esas maliyetinin Avrupa'ya olabileceği uyarısı anlamına geliyor. Nabucco Projesi olarak özetlenebilecek enerji güvenliği ve sürdürülebilir gelişme konusunda AB'nin Rusya bağımlılığı ve Rusya'nın bu süreci nasıl kendi lehine kullandığı hatırlatıldı. Üstelik Obama ile ifade bulan yeni ABD politikalarının 'dışlayıcı' değil kapsayıcı yeni bir uluslararası sistem arayışına işaret ettiğini de düşündürdü. Gazze konusunda AB'nin bir bütün olarak siyaset üretemediğinin ima edilmesi, Hamas konusunda bir yandan Bush gibi davranıp bir yandan da buna karşı çıkma halinin nelere yol açtığının ortaya dökülmesi yeni ABD politikalarıyla da uyumlu olamaz demeye getirildi.
Tüm bu konuşmaların ve verilen mesajların içeriği, esas olarak Türkiye'nin üyelik dışı bir seçeneği kabul etmeyeceğinin beyanına dayanıyor. Bu durumda Türkiye'nin, AB'yi ilkesel değil siyaseten karar vermeye zorladığı ve tarihsel bir seçim yapmalarının zamanı geldiğini hatırlattığı söylenebilir. Umalım ki bu tür ziyaretlerin devamı da gelsin.
Star Gazete