Zamanın başlangıcında, henüz dünya çok gençken, insanların ataları ve kurtlar birlikte ava çıkarlarmış. Sonra araya ateş girmiş ve yolları ayırmış. Kurtlar bu zamanları hiç unutmazlarmış; ne var ki insanoğlu o günün hatıralarını çoktan silmiş hafızasından...

Demokrasinin zihinlerde ipotek edildiği 28 Şubat’ın üzerinden 13 yıl geçti. Çoğumuz o süreçte yaşanan acıları unutmaya başladık. Bazı şöhretli figürlerin, TSK’ya ait güç ve itibarı vatanın âlî menfaatleri gereği(!) şahsi veya ideolojik menfaatler doğrultusunda kullandıkları bir dönemdi o ve yaptıkları pek çok haksız uygulamalar, bazı masum insanların yüreklerine ateş bırakmış, onları, aşkları gibi giyindikleri üniformalarından soyundurmuştu. Söylenir gerekçe ‘irtica’, yazılı gerekçe ‘disiplinsizlik’ti ama
üniforma taşıyanların zihinlerindeki hakiki gerekçeler parmak izleri kadar çeşit çeşitti.

Silahlı kuvvetlerin hiyerarşik düzeni içinde üniforma sahiplerinin çekemedikleri, rakip gördükleri, varlıklarından rahatsız oldukları, başarısına hasetlendikleri meslektaşları hakkında bir yığın uydurma bilgi ve belgelerle imzasız mektuplar...

Buna üst rütbeli komutanların ideolojik kaygıları doğrultusunda önerdikleri toplum mimarlığı çalışmalarında imalat hatası olarak görünmeyi de ilave edin. Ordudan atılmak için başka neden mi arıyorsunuz? “Gözünün üstünde kaşın; evde başörtülü eşin var efendi!..”

28 Şubat sürecinde toplumun her kesimi zarar gördü; ama içlerinden bir grup var ki post modern darbenin tankları o sürecin hem öncesinde, hem de sonrasında onların kaldırım taşına döndürülen yürekleri üzerinden tekrar tekrar balans ayarı yaptı.

Bugünkü sayıları 1665 olan bu insanların kaderleri YAŞ kararlarıyla birbirine perçinlendi ve gönülleri o günün mağrur komutanları tarafından tutuşturulan ateşlerle yakılıp hayattan mağdur edildiler. İlginç zamanlardı ve o ağır havanın bütün yükünü, yıllar yılı, olanca ağırlığıyla omuzlarında taşıyarak savruldular, savrulmadalar.

Onlarla birlikte aileleri, çocukları da savruldular. Hatta bu çocuklardan bazıları oyunlarına doyamadan, bazıları gençliklerini yaşayamadan fişlendiler, masumiyetleri çizik çizik yaralandı, yürekleri dalga dalga kanatıldı. Bilemiyoruz ama belki pek çoğunun geleceği de gölgelendi!.. Onlar, askerler ile Refahyol hükümeti arasındaki çekişmede tam ortada kaldılar ve iki taraftan da sille üstüne sille yediler.

O dönemin irtica söylemlerinde somut örnek olarak sokaklarda parmakla gösterildiler ama asla bir işe girip çalışmalarına müsaade edilmedi. Türkiyemiz adına çok kötü alınmış bir karar idi bu. Her alanda yetişmiş insana ihtiyaç duyulan bir dünyada, her bakımdan donanımlı, birikimli, yetkin kişiler işsiz bırakılıyordu!.. Neler yapmazlardı. Yapamadılar, yaptırılmadılar. O kadar ki çoğu evine ekmek götüremedi, bazısı çocuklarının okul masrafını karşılayamadı. İçlerinden bu aşağılanmaya dayanamayıp intihar edenler çıktı. Onlar bin beşyüzden ziyade ailenin sorumluğunu taşıyan bir tek kişi oldular ama çaresizliklerinin sesini, oturdukları gecekondu odalarının dışında kimseciklere duyuramadılar. Acılarını paylaştıklarını söyleyenler de, bunu sadece söylediler.

Trajik bir öykü
Trajik bir öyküydü bu. Keşke yalnızca kağıtlarda kalsaydı. Heyhat!.. Yargısız infazlarla TSK’dan atıldıkları zaman önce telefonları çalmaz oldu. Sonra aradıkları insanlar yok çıkmaya başladı. İşsizdiler ve hiç bir gelirleri yoktu. Önceki günlerde sayısız iş tekliflerinde bulunanlar, beraber çalışmaya davet edenler, sokakta onları görürlerse yollarını değiştiriyorlardı artık. Ve onlar, ordudan ihraç edildikleri için değil, asıl bu tavırlar için kahroldular tekrar tekrar. Tanıdıklarından birinin, “Telefon rehberinden benim adımı siliver!” dediği gün, az kalsın suçlu(!) olduklarına kendileri de inanacaklardı. “Ruh ve akıl dengemi muhafaza et Allahım!” diye yakarmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu. Üstelik bunların hiç birini eşlerine ve çocuklarına yansıtmamaları gerektiğini biliyorlardı. Bilmiyorlardı ki acı su bir baştan yüzlerce başa ayrılmış, eşleri ve çocukları da onların yaşadıklarının bir başka çeşidini yaşar olmuşlardı. Çevrelerinde dertleşecek insan kalmamıştı hiç. Ne zaman samimi gördükleri bir dosta merhaba deseler, daha içinde bulundukları durumu anlatmaya başlamadan yanlarından uzaklaşmak, kaçıp gitmek istediklerini hisseder oldular.

Beraber görünmekten, onlarla aynı kulvarda olmaktan korkan dostlardı(!) bunlar ve sayıları o kadar çoktu ki!.. Dün, yanlarında görünerek bir tür statü kazanan dostlar(!).

Sonraki günlerde Milli Güvenlik Kurulu onları daha da güvenilmez yaptı ve herhangi bir resmi devlet kuruluşunda çalıştırılmamaları için kamuoyu oluşturdu; aksine davrananlar hakkında irticayı cesaretlendiren bir tavır içinde olma yaftasını yakıştırdı.

Devlet kuruluşları şöyle dursun özel işletmeler bile kapılarını onlara iyiden iyiye kapatmaya başladı. Bu konuda yayınlanmış herhangi bir yazılı emir, yasa, yönetmelik yahut yönerge maddesi yoktu ama iş vermeye yetkili kişiler onların adını anmaktan kolayca vazgeçiverdiler. Cesaretli çıkan birkaç yiğit adam da yapabildiklerini gizli gizli yapmaya çalıştı. Ordudan ihraç edilen birinin başka memuriyete alınmaması, hatta belediyelerde bile istihdam edilmemesi, 28 Şubat’ın göstergelerinden biri oldu ve kimse, bu insanlar ne yer, ne içer, sıkıntıları var mıdır, çocukları okula gidebiliyorlar mı diye düşünmediler. Her gün yeniden çaresizlik, her gün bir yığın hüsran...

Ateş düştüğü yeri yaktı ve bir serçe olsun, gagasıyla ateş söndürmeye bir damla su getirmedi, getiremedi, getirtilmedi... Çünkü onlar kişilikleri yok edilmek istenen adamlar idiler; maaş cüzdanları, sağlık karneleri, özlük hakları, iyi adları ellerinden alınmalı ve toplum vicdanından kimlikleri silinmeliydi. Olmadı. Bu başarılamadı. Ne yapsalar bu adamların kişiliklerini yok edemediler. Delikanlı gibi yerli yerinde duran yüreklerini ezemeyeceklerini görünce elem üstüne elem yağdırdılar başlarına.

Omuzlarından demir yıldızları almışlardı ama her keder onların alınlarındaki masumiyetin yıldızını bir kez daha parlattı. Çünkü TSK’dan disiplinsizlik gerekçesiyle ihraç edilenlerin hemen hepsi askerlik meslekleri boyunca çeşitli ödüller, madalyalar, üstün hizmet bröveleri almış insanlardı. Hepsi kendi mesleğini en iyi yapan iyi yetişmiş bireylerdi. Eğer onların vicdan duyguları ve vatan sevgileri 28 Şubat’ı yapanlar gibi şekillenmiş olsaydı, bir araya gelip örgütlenerek pekala yasa dışı gizli bir güç oluşturabilir, maddi ve manevi sıkıntılar çekip durmak yerine paşalar gibi yaşar, hatta balyoz gibi, kafes gibi planlar yapar derin ilişkilerle ülke yönetimini bile ele geçirebilirlerdi.

Her bakımdan mükemmel ve silah kullanmayı bilen 1665 kişi işsiz bırakılınca, bildikleri tek ve en iyi işi yapsalar ve silahlara yeniden el atsalar neler yapmazlardı. Ama hayır!.. Demokratikleşememiş bir ülkede, düşünceleri hoşa gitmediği için, disiplinsizlik(!) gibi uydurma bir sebeple ve asla hakkını arayamayacak konumda ordudan ihraç edilen bu insanların hiç biri bunu yapmadı, yapmaz da. Çünkü onlar vatanlarını, vatanı korumak için düzenli maaş alanlardan da, başı sıkışınca darbeler planlayanlardan da daha çok sever ve korurlar. Üstelik bunu yürekleri kanarken de yaparlar.  Bugün söz konusu 1665 kişi, aileleri ve yakınları da hesaba katıldığında, en az 10 bin; akrabalarıyla 100 bin kişi eder.

YAŞ dolayısıyla gözünde yaş olan, iç içe yaşadığımız bu 10 bin kişiden hiç birisi, evet hiç birisi, kanunsuz bir şey yapmayı akıllarından bile geçirmediler, hele ülkeleri için meşru olanın dışında bir tavra asla razı olmadılar. Oysa bugün herkesin duyarsız davrandığı bu ateş, ordudan atılmış olma şerefsizliğinin(!) ateşi, düştüğü yeri hâlâ yakmaya devam ediyor. Hâlâ onlar, eşleri, çocukları ve yakınları, bu ihraç sebebiyle acı çekiyorlar.  

‘Karanlığa sövmeyi bırak...’
Konfüçyüs, “Artık karanlığa sövmeyi bırak! Kalk, Allah aşkına bir mum da sen yak!” der. YAŞ kararlarına yargı yolu açılsın diye bu satırları yazdım... Işığı görmek isteyenler için bir mum niyetine... Belki de bir romantizmin tutsağıyım ben. Bir aydır her gazeteye röportaj vermek, her televizyona koşup dert anlatmak için çırpınmam belki de bu romantizmin sonucu... Ama umuyorum ki haykırışlarım kör kuyularda kaybolup gitmeyecek, bir yankı yapacak, bir kovaya dolacak. Gönül istiyor ki bu çabalar bir işe yarasın ve YAŞ kararları yargıya açılsın. Babalarına baktıkları vakit bağırlara düşmüş başlar ve hüzünlü çehreler gören çocukların sayısı azalsın. Kocasının TSK’dan atılmakla ayıp bir şey yapmadığını izah etmekten yorulan kadınların artık takati kesilmesin. Yargılansınlar ve hakimler önce suçlarını sorsunlar, sonra kararları versinler. O vakit suçlu bulunurlarsa yine cezalarını çeksinler!.

Yıl 2010. Türkiye’deyiz. Tarih akıyor ve zaman hükmünü verecek. Artık 28 Şubat anlayışını geride bırakma, üstüne de trajikomik bir mersiye yazma ve ruhuna Fatiha okumama vaktidir. İnanıyorum ki YAŞ mağdurlarına yargılanma hakkının verilmesi topluma karşı 28 Şubat ayıbından kurtulmanın da bir göstergesi olacaktır. Ve yine inanıyorum ki YAŞ kararları yargıya açılmadan 28 Şubat sendromu semalarımızı terk edip gitmeyecektir. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbelerinin yargıdan geçirilen sanıklarına bile itibarları iade edilen, demokratik açılım ile herkesi kucaklamayı hedef alan, faili meçhul cinayetlerin diyetini ödemeye azmeden bu güzel ülkede, mağduriyetleri gün kadar âşikar olan bu insanlara da yargılanma hakkı verilmesini istemek çok mudur sizce? İstemek benden!.. İcraatı yapacak olan ise ya sizsiniz, yahut sözünüzün ulaştığı kişidir. 

İskender Pala: Prof. Dr., yazar

Kaynak: Radikal