Egemenliğin tek kişi elinde toplanmasına ve kökeni 'konuşma' kelimesine dayanan parlamenter sisteme geçilmesi için verilen toplumsal mücadelelerin 12. yüzyıla kadar uzandığı biliniyor. O zamanlar daha ulus ve devlet tanımları bugünkü gibi yapılmadığından ve ulus-devlet lafı da keşfedilmediğinden, ulusal egemenlikten söz edilmezmiş. Ulusal egemenlik kavramı için 17. yüzyıldaki 'devletler sistemi'ni ve 18. yüzyıldaki Fransız devrimini beklemek gerekmiş.

19. yüzyıl, egemenliğin halka verilmesinin düzenlemeleriyle geçmiş, 20. yüzyıl ise halk egemenliğinin demokrasi ile özdeşleştiği dönem olmuş. Gayet tabi, bu halk kavramı her yerde biraz sorun çıkarmış ve birçok ülke egemenlik kavramını 'devlet' kavramıyla birlikte kullanırken, bazıları ulus yerine de giderek vatandaş kelimesini kullanmayı tercih etmiş. Demokrasi ise, vatandaşlar ile otorite arasındaki ilişkinin vatandaş lehine düzenlenmesi olarak gelişmiş.

Vatandaşların yaşam koşulları ve beklentileri sabit olmadığından, demokratik ülkelerde kamu otoriteleri de bu değişime bağlı olarak kendini yeniler, dolayısıyla devlet ilk oluştuğu dönemdeki gibi kalamaz, değişir ve değişirken egemenlik kavramı da farklılaşır. Dolayısıyla devlet, içerideki ve dünyadaki değişimlere her seferinde yeniden uyum sağlama imkánı yaratarak varlığını korumayı başarır. Başaramayanlar da tarih sahnesinden silinir.

İçerideki ve dünyadaki gelişmeler, devletlerin bazılarını sıkı işbirliğine sokacak, örgütler kuracak koşullar yaratır. Uluslararası örgütler, antlaşmalarla düzenlenir ve katılımcı devletlerin, genel olarak hukuksal durumları eşit kabul edilir. Bu haliyle uluslararası örgütler bir yandan devletlerin otorite alanlarını, bir yandan da vatandaşların egemenliklerini, başka ülke vatandaşlarıyla dolaylı olarak paylaştıkları bir yapı olur. Bu haliyle her uluslararası örgüt üyeliği, ulusal egemenliğin yeniden tanımlanması anlamına gelir.

Türkiye 1945'te BM, 1950'de Avrupa Konseyi, 1952'de NATO, 1960'da OECD gibi bir dizi örgüte üye olmuş bir ülke; dolayısıyla ekonomi, güvenlik, savunma ve demokrasi alanına giren her konudaki kurallarını, çok uzun zamandır başka devletlerle paylaşan bir ülke. Bu örgütlere üye olmak için gerekli anlaşmalar meclise geliyor, halkın temsilcileri oyluyor ve dolayısıyla ulusal egemenlik, yani halk egemenliği, egemenliğin başkalarıyla paylaşılmasına izin veriyor. Bu durumda halkın, Türkiye'de örneğin köleliğin savunulmamasını, durduk yerde bir ülkeye savaş açılmamasını, kendi başına nükleer silah üretmemesini ve demokrasi ile hukuk devletinden uzaklaşılmamasını istemiş kabul ediliyor. Hatta örgüt ilkelerine aykırı davranan bir devlete gerektiğinde müdahale yapılmasının da altına imza atmış oluyor.

Bu tür örgütlere üye olan ülkenin 'yurtta sulh, cihanda sulh' istediği varsayılır ve bu ilkeden uzaklaşan da uyarılır. Yani, Türkiye başka ülkeleri uyarabildiği gibi, kendisinin uyarılmasına da razı olur. Avrupa Konseyi ya da AB, şu sıralar Türkiye'yi uyarıyorsa bu, uyarsınlar diye daha önce verilmiş Meclis yetkisine dayanıyor. Dolayısıyla bunda kızacak bir durum yok. Anlaşmalara göre, Türkiye başkalarına karışma hakkına sahip olsun, ama kendisine karışılmasın diyemez.

Yarının koşullarını hazırlayacak ve ulusal iradeyi belirleyecek çocuklar büyüdüklerinde ülkelerini iç ve dış koşullara uygun hale getirsinler, parlamenter sistemi korusunlar, küresel ilkeleri toplumsal ilkeleriyle yoğursunlar diye 23 Nisan 'ulusal egemenlik ve çocuk bayramı' ilan edilmiş. Meclis, Kurtuluş Savaşı koşullarının yaşatıldığı mekán değil, toplumu ileriye taşıyacak siyaset alanı olsun diye yaşatılmış. Kutlu olsun. 
 
 
Kaynak: Star