Bu çevrelerin sözcülüğünü yapan medya mensupları daha ilk günden AK Parti'nin meşrûiyetini tartışmaya açtılar. Ancak toplumdaki istikrar beklentisi ve iktidarın Meclis'teki sayısal üstünlüğü, hemen bir şeyler yapılmasına fırsat vermedi. Hele bugün TÜSİAD bünyesindeki iş dünyasının belki de ilk defa, mevcut hükümetin (Erdoğan'ın başbakanlığında) bir dönem daha işbaşında kalmasını arzu etmelerini açıktan duyurmaları, ciddi bir durum oluşturuyor. İstikrar herkese kazandırıyor; ama en çok da Türkiye kazanıyor. Hasımlarının döneminde huzur ve kalkınma olması o mâlûm çevreleri rahatsız ediyor. Bitmeyen, dinmeyen bir hazımsızlık var. İşte bir gazete bu hazımsızlığın sözcülüğüne soyundu bile. Ne deniyor? "Yüzde 25 oy desteği ile laik Cumhuriyet'i dinci devlete dönüştürmek tasarımı yürürlükte". Kim bu tasarımı yürürlüğe koyacak? AK Parti iktidarı. Pekiyi bu iktidarı kim işbaşına getirdi? Seçmen, yani halk. Demokrasi ne? Halkın sandıktaki iradesiyle iktidarı belirlemek. Bu halk AK Parti'yi iktidar yaptığında, geçmişte Demokrat Parti'yi, sonra Adalet Partisi'ni, sonra Anavatan Partisi'ni iktidar yaptığı her defasında, neden hep 'laik Cumhuriyet'i dinci devlete dönüştürme' ithamı, 'irtica'suçlaması devreye giriyor? Ve her defasında da halkın iradesi bahanelerle iptal edilip, 'demokrasiye dönüş' adı altında sistem askerî vesayet altına sokuluyor? Terslik burada. Halk kendini sistemin emanetçisi görenlerin istediğini seçmiyor, onlar da bir fırsatını bulup, bulamazlarsa hazırlayıp 'balans ayarı' yapıyorlar. Bu defa halk, ilk fırsatta, yani sandık önüne konar konmaz temsilcisi olduğuna inandıklarına sahip çıkıyor. Şimdi bu terslik, bu gel git daha ne kadar devam edecek? Soruyoruz; çünkü önümüzde mayıs ayında yapılacak bir cumhurbaşkanlığı seçimi, ondan bir kaç ay sonra yapılacak bir genel seçim var. Ve asker bir defa daha tahrik ediliyor: "Laik Cumhuriyet'i dinci devlete dönüştürüyorlar, seyredecek misiniz?" Asıl rahatsızlık statükonun bozulması. Asıl rahatsızlık, AB üyelik süreci devam ederse, Türkiye'de taşların yerine oturarak hukukun üstünlüğü ve özgürlüklerin genişlemesi ile gerçekleşecek demokratikleşmenin, bir daha vesayetçi güçlere imkân tanımayacak olması. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı makamına, Parlamento tarafından bir AK Partilinin seçilecek olması; 'son kalenin de düşmesi' olarak algılanıyor, bunun üzerinden tahrikler yapılıyor. 1960'tan beri yaşananlar, elbette demokrasiden yana herkesi teyakkuza geçiriyor. Hırant Dink cinayeti başta olmak üzere, Şemdinli'ye kadar uzanan sürecin ne anlama geldiğini insanımız anlamaya çalışıyor. Yeni provokasyon endişeleri, onun için huzur ve istikrar isteyen herkesi tedirgin ediyor. Önümüzde 21 Mart Nevruz kutlamaları var. Güneydoğu yine istim üzerinde. Ardından 1 Mayıs İşçi Bayramı var. 1997'deki Kanlı Pazar'ı unutmayanların tedirginliği daha da artıyor. Aksiyon dergisi son sayılarında İstanbul'dan Diyarbakır'a bir sıkıyönetim ihtimalini gündeme getiren dosyalar yayınlıyor. Asayiş alanının askerîleştirilmesine yol açacak gelişmelere dikkat çekiliyor. PKK ile mücadele, Avrupa Birliği üyeliği, Kıbrıs bahane edilerek, irtica suçlamalarının eşliğinde bir 'dincilik-ulusalcılık' çatışması isteniyor. Gerilim senaryosu yazanların son günlerdeki sessizliği kimseyi aldatmasın. Cumhurbaşkanlığı seçimi bile onları kesmeyecektir. Mayıstaki seçim, tansiyonu düşüren bir olgunluk içerisinde sonuçlansa dahi, genel seçimlerin sonucuna kadar topluma rahat yüzü yok. Doğum sancısı gibi bir altı ayımız var.