Türkiye'yi Brüksel'den izlemek baş döndürücü olduğu gibi, oldukça zevkli uğraş. Geride bıraktığımız 2009 yılı bu bakımdan ilginç olduğu kadar, Türkiye'nin her bakımdan gelişmekte, kendini yeniden keşfetmekte ve değişmekte olduğu bir döneme denk geldi.  
 
Şayet bu açılım yılı diyebileceğimiz 2009 yılını, 2010 uygulama yılı olarak izlerse, Türkiye'nin AB süreci önemli bir ivme kazanmakla kalmaz, üyelik meselesi yakında AB ülkelerinin gündemine girer. Demokratik, ekonomik kalkınmayı yakalamış, dünyanın en derin krizlerinin yaşandığı bölgesinde istikrar unsuru bir Türkiye'nin üyeliğini savunmak, özellikle bir Fransız politikacısı için oldukça heyecan verici bir perspektiftir diyebiliriz. Zira böyle bir Türkiye'nin üyeliğini savunmak, çok kültürlü, evrensel değerler, hoşgörü ve kültürlerin diyaloğu temelinde kurulmuş bir AB'yi savunmakla eşanlamlıdır. Türkiye'nin üyeliğine karşı güçlerin işi giderek zorlaşıyor diyebiliriz. Son on iki aya biraz yakından baktığımızda ilginç gelişmelere şahit olduğumuz gibi, uzun zaman tabu olan konuların da masaya yatırıldığını izliyoruz.

Biz Brüksel'de "demokratik açılım" sürecini, Türkiye kamuoyu tartışmaya başlamadan önce gözlemledik. Başbakan Erdoğan, dört yıl aradan sonra ilk Brüksel ziyaretini, sonuna geldiğimiz bu yılın ocak ayında gerçekleştirdi ve Avrupa Parlamentosu Başkanlar Divanı'na Türkiye'de gelişmeler ve politikası üzerine ayrıntılı bilgiler verdi. Yeni Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, AB sürecine verdiği önemin kurumsal fiziki belgesi gibi yanında oturuyordu. Fakat valizindeki önemli politik mesaj TRT 6 ile devlet televizyonunun Kürtçe yayına başlamasıydı. Türkiye kamuoyu ve Kürtler bu geç kalınmış "reformun" politik önemini pek kavrayamadı. Kanalın yetersizliği, programın içerik olarak Kürtlere uzaklığı, özel TV kanallarının hâlâ mümkün olmadığı ön plana çıkarıldı. Bu eleştiriler belki haklı idi, fakat tartışılması gereken bir gerçeğin de gözden kaçtığını belgeliyordu. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan beri sürdürdüğü asimilasyon politikasına TRT 6 ile son vermişti. Bu gerçek tarihi bir dönüm noktasıdır. Kürtlerin kültürel haklarının, Kürtçenin Türkiye'de konuşulan olağan bir dil ve bir gün eğitim dili olması artık sadece zaman meselesidir. Muhalefet partisi CHP bile Kürtçenin öğretilmesine karşı çıkmadığına göre...

terör sadece türkiye'nin değil, ab'nin de sorunudur

"Demokratik açılım" Türkiye'de "siyasi" boyutu ile ağustos ayında fark edildi, Brüksel ise bu ayda tatilde olduğu için gelişmelerin pek farkına varmadı. Cumhurbaşkanı'nın doğu gezisi, Başbakan'ın partisinin Meclis grubunda yaptığı konuşma Avrupa'da nerede ise gözden kaçtı. Avrupa "demokratik açılım" projesinin siyasi boyutunu sonbahara doğru, Irak'tan "gerilla" kıyafetleri ile gelen ve tutuklanmayan PKK'lılarla fark etti. Terör sorunu sadece Türkiye'nin değil AB'nin de sorunudur. İspanya, Kuzey İrlanda örneklerinde gördüğümüz gibi kültürel ve siyasi hakların verilmesi terör sorununu aşmak için gerekli, fakat bu sorunu çözebilmek için ne yazık ki yeterli değildir. Bu yüzden hükümetin ana hatları ile bilmediğimiz, sadece sezebildiğimiz siyasi açılım projesi Türkiye'de politik istikrar ve iç barış için desteklenmesi gereken ve tüm politik güçlerin şekillenmesinde katkıda bulunması gereken bir gelişme ve projedir. Bu projenin zor olduğu, Tokat'ta olduğu gibi sabotajlara hazırlıklı olunması gerektiğini, DTP yasağı gibi, anlaşılması zor, süreci zorlaştıran kararlara hazırlıklı olmak gerekir. Politik sağduyu, cesaret ve toplumsal siyasi destek, bu sürecin başarısı için hayatidir.

Avrupa Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu başkanı olarak 2009'da beni mutlu eden "küçük" iki gözleme dikkati çekmek istiyorum. Avrupa Konseyi ve Avrupa Parlamentosu'nda yıllardır İmranlı'da Öcalan'a uygulanan izolasyonu eleştiriyorduk. Geçen yıl konuşabileceği beş tutuklunun İmralı'ya nakli, tutuklunun şartlardan memnun olduğunu öğrenmemiz, sorunun hücresinin 15 cm genişliği veya darlığı, penceresinin konumu ve büyüklüğü gibi tali sorunlara indirgenmiş olması önemlidir ve sevindiricidir. Yine ikinci "küçük" olumlu bir gelişmeye dikkati çekmek istiyorum. Avrupa Parlamentosu'nda Türkiye'de kadınların durumunu tartıştığımız bir toplantıda, Diyarbakır kadın derneği KAMER'in başkanı Bayan Nebahat Akkoç, bir araştırmaya dikkati çekti. On yıl önce Türkiye'de on kadından 9 kadın kocanın karısını bazen dövmesini normal karşılarken, 2009 yılında yapılan bir araştırmaya göre aynı soruya on kadından 9'u karşı çıkıyor artık. Toplumsal dönüşüm dediğimiz sevindirici gelişmeler bu bilinç dönüşümleridir.

Meclis'te etkin bir çoğunluğu olan hükümet bu süreci hızlandırmalı, devleti ve siyasi yapıyı toplumsal dönüşüme direnen konumundan, bu dönüşümün kolaylaştırıcısı yapmalıdır. Türkiye artık 1980 askerî darbesinin gölgesinde şekillenen Anayasa ile idare edilemeyecek kadar modern ve dinamik bir toplumdur. Biliyorum, seçime giden bir ülkede fnayasa tartışması pek mümkün değildir. Fakat fnayasa değişikliği gerektirmeyen demokrasi projeler hayata geçirilmelidir önümüzdeki yıl. Yeni bir Siyasi Partiler Yasası, % 10 barajının kaldırıldığı seçim yasası gibi.

Türkiye dış politikada son yıllarda önemli atılımlar gerçekleştirdi. Avrupa'da "yeni Osmanlı" terimi ile tartışılan, Türkiye'nin bölgesinde ve dünyada önemli politik faktör olarak algılanmasında, 2009 yılında da ilginç gelişmelere şahit olduk. Ermenistan'la imzalanan protokol bu açıdan çarpıcı bir örnek oluşturuyor. "Ermenistan açılımı" sadece Türkiye'nin tarihi, iç politikası, Türkiye'de yaşayan binlerce Ermeni'yi yakından ilgilendirmiyor. "Ermenistan açılımı" aynı zamanda Kafkaslar'da barış dinamiğine ivme kazandırıyor. Bu açılım on beş yıldır yerinde sayan, motorsuz otomobil görünümündeki "Minsk sürecine" ilk defa hareketlilik kazandırmış, Azerbaycan-Ermenistan sorununda motor işlevi olmuştur. Bir milyona yakın insanın yıllardır uzak kaldığı yurtlarına dönmeleri ve Karabağ sorununda çözüm sürecinin başlaması umarız gelecek yılın olumlu gelişmeleri olur. Ermenistan açılımı AB süreci açısından da önemli bir gelişmedir. Türkiye'nin üyeliğine sıcak bakmayan güçlerin Ermenistan için politik ve ekonomik olarak hayati sayılacak bu açılıma sevinememeleri tesadüf değildir.

her şey güllük gülistanlık değil elbette

Türkiye'nin özellikle İran'la ilişkileri örnek gösterilerek dış politikada "eksen kayması" yaşadığı dile getiriliyor. Evet, Türkiye dış politikasında gerçekten bir "eksen kayması" gözlemliyoruz. Türkiye dış politikada "eksen kayması" yaşıyor, fakat bu "eksen kayması" ile Batı'dan uzaklaşmıyor, Batı'ya doğru yol alıyor. Türkiye dış politikada kendini, bölgesini, tarihini ve kendine özgü politikasını keşfediyor. Biz Brüksel'de Türkiye'nin İran politikasına şüphe ile bakmıyor, Türkiye'nin İran'ı nükleer serüvenden caydırmaya yönelik girişimlerini AB-İran diyaloğuna kolaylaştırıcı olarak algılıyoruz. Türkiye ve AB, Ortadoğu'da nükleer silahlanmaya karşı ortak bir politika uyguluyor. Türkiye'nin tehlikeli, kirli ve pahalı nükleer teknolojiye enerji politikasından da uzak durması Yeşiller açısından sevindirici olduğu gibi, İran politikasında da inandırıcılık kaynağıdır. Zira bilindiği gibi İran'ın nükleer serüveni enerji kaynaklarının kıtlığından kaynaklanmıyor. "Eksen kayması" tartışmasının yoğun görüldüğü İsrail basınında ciddiye alınması gereken tek sorun, Türkiye-İsrail ilişkilerine kalıcı zarar vermemeye özen göstermektir. İsrail'in insanlık suçu işlenen Gazze çıkarması, en ılımlı deyimle "yabancı düşmanı" diyebileceğimiz bir Dışişleri bakanının bulunduğu bir hükümetin iktidarda olması Türkiye-İsrail ilişkilerini oldukça gerdi. Fakat sorunun kaynağı Türkiye'de değil, İsrail'dedir. İsrail, Filistin'de barış sürecine dönmeli ve Kudüs'ün iki devlet için de başkent olmasını kabul etmelidir.

AB-Türkiye ilişkilerinde önemli bir engel ve soruna işaret etmeden yapamıyorum. Kıbrıs meselesi her bakımdan önemli bir sorundur. İsveç dönem başkanlığını, özellikle Dışişleri bakanı Carl Bildt ile genişlemeden sorumlu Komiser Olli Rehn'i kutlamak gerekir. Bu iki politikacı önümüzdeki sorunun kalıcı ve kapsamlı çözüm olduğunu kavradıkları gibi, AB'nin üye bir ülkenin elinde araç olmadığını da gösterdiler. Artık Kıbrıs'ta çözüm ve tarihi fırsat iki liderin sağduyusuna kaldı. Türkiye bu konuda Annan Planı'na vermiş olduğu destek ve rahatlıktan kurtulup, daha aktif, üretken, yapıcı ve çözüm arayışını kolaylaştırıcı bir yaklaşım sergileyebilir.

Türkiye ve Brüksel'de dostlarımın "Türkiye güllük gülistanlık değil, olumsuz bir sürü gelişmeyi görmüyor mu bu hatun?" diye düşündüklerini duyar gibiyim. Bu yazı yeni yıl yazısı olduğu için cesaretlendirici olması, olumlu gelişmeleri destekleme, dostlarımın yeni yılını kutlama ve 2010'a umutla bakmalarını sağlamak amacı ile kaleme alındı. Umut ve barış dolu bir yıl dileği ile.

Kaynak: Zaman