Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu “gerçekçi” beklentilere uygun cereyan etti. Bundan sonrası “teferruat”. Türkiye, 11. cumhurbaşkanını haftaya bugün bulmuş olacak. Üçüncü turda Abdullah Gül’ün Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı olarak görevine başlaması “gerçekçi” bir beklenti.
İlk tur seçimin en merak edilmesi gereken yanı, Gül’ün ve diğer adayların ne kadar oy alacağıydı. Başka bir deyişle Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Köksal Toptan hariç, 340 kişiye inen AK Parti blokunun oylamada “fire” verip vermemesiydi.
Herkes, kendi adayına büyük bir disiplinle oy verdi. Demokratik Toplum Partisi (DTP) milletvekilleri ve bazı bağımsızlar boş oy kullandı. Yansıyan sonuç, kimsenin kimseyle “ittifak” yapmadığı, parlamentodaki tüm siyasi partiler ve grupların kendi “şahsiyetleri”ni koruyarak davrandıkları.
Tabii, en çarpıcı sonuç olarak AK Parti’nin hiç fire vermemiş olması görülmelidir. AK Parti’nin fire vermemiş olması, “acaba” soruları üzerinden son bir umutla “toplum mühendisliği” gayretine girişebilecekler için üçüncü turda Gül’ün cumhurbaşkanı seçileceğine ilişkin “sindirim hazırlığı”na başlamaları bakımından uyarıcı oldu.
***
Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanı, çok büyük bir ihtimalle bir hafta sonra Abdullah Gül olacağına göre artık yavaş yavaş “maziyi” bırakıp “geleceği” tasarlamaya başlamamız gerekiyor. Türkiye, 2007’nin son çeyreğine, yeni bir cumhurbaşkanı ve “mandatı” yüzde 47 ile herhangi bir demokraside tartışmasız ölçüde güçlendirilmiş bir yeni hükümetle girecek.
Türkiye’nin geleceğe taşıdığı dinamizm ve yeni parametrelerinden kuşku duyan Türkler de var, yabancılar da. Her ikisinin kesiştiği nokta, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından kabul görmeyeceği ve “darbe ihtimali”nin berdevam olduğu.
Bu, Türkiye’yi doğru “okuyamamak”tan ziyade, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne bir tür “hakaret” anlamı içeriyor. Bu ülkenin ordusu, “askeri darbe” kavramından öteye anılamayacak bir kurum mudur? Türk Silahlı Kuvvetleri, doğru, cumhuriyet ordusudur ama aynı zamanda Türk demokrasisinin silahlı gücüdür. Dolayısıyla üst komuta heyetinin açık bir beyanla Silahlı Kuvvetler’in bu tartışmalardan hazzetmediği ve demokrasiye bağlılığını duyurması, hem kuruma hem de Türkiye’ye büyük bir prestij kazandıracak ve “şeamet tellalları”nın çenesini kapayacaktır.
Bugüne dek, Tayyip Erdoğan’a “uzlaşma”, Abdullah Gül’e ise “laikliğe bağlılık” çağrısı yapanlar, Genelkurmay’a “demokrasiye bağlılık” çağrısı için aynı ölçüde enerji tüketmiş olsalardı, Türkiye’nin demokratik yaşamına da ülkenin “dış itibarı”na da daha fazla hizmet etmiş olurlardı. Oysa onlar, kendi gündemlerini “dayatmak” için Türk Silahlı Kuvvetleri’nin arkasına saklanarak bilinçli bir “saklambaç” oyunu oynadılar.
“Darbe ihtimali”nden söz eden Türk ve yabancıların -bu arada örneğin Almanya’nın Süddeutsche Zeitung gazetesi- bir “objektif tespit” mi yaptıkları; yoksa bir “sübjektif niyet” mi ortaya koydukları pek açık değil.
Bundan söz eden Türkler, “eski elit”in yitirilmekte olan iktidar imtiyazlarının ancak bu şekilde korunabileceğini düşünerek “darbe” istiyorlar. Yabancılar ise “oryantalist-kolonyalist” kırması bir bakış açısıyla Türkiye’ye ve Türklere tepeden bakarak “aşağılayıcı” ruh haletlerinden kurtulamıyorlar. Bir de “askeri darbe” ihtimalinin “Damokles’in kılıcı” gibi ülkenin üzerinde sallanmaya devam etmesi, Avrupa Birliği'nin (AB) “Türkiye’den kurtulması” için onlara en uygun gerekçe gibi gözüküyor.
Yani, ortada “objektif tespitler” değil, “sübjektif niyetler” var. Arzular, istekler var.
***
Yasemin Çongar’ın önceki günkü Milliyet’teki şu tespitine ne dersiniz:
“Dışarıdan Türkiye’ye bakanlar, toplumun gerisinde bir devlet, tabanı değişirken tepesi değişime direnen bir ülke görüyorlar.”
Ya şuna:
“27 Nisan ve 22 Temmuz bu görüntüyü billurlaştırdı; toplumun nabzı ile devletçi çizgi arasındaki farkı yansıttı. Dışarıda daha ziyade ‘neo-milliyetçilik’ diye adlandırılan ‘ulusalcılığın’ toplumun tümüne değil, devletçi kesime hâkim olduğunu gösterdi. Bu kesimin siyasetteki uzantılarına fazla teveccüh etmeyen, onların aksine, gözünü 1920’lere değil 2020’lere dikmiş bir toplum profili çizdi.”
Önümüzdeki haftadan itibaren, Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’a yönelik “kriterlerimiz” de bu olacak. “Ankara kuşatması” altında “1920’ler”in baskılarına teslim mi olacaklar? Gözlerini “2020’ler”e mi dikecek, ülkeyi “2020’ler”e doğru mu yöneltecekler?
Artık önümüze bakalım...
Kaynak: Referans