Suriye ve İsrail'in Ortadoğu'da barış süreci için belirleyici ülkeler olduğunu vurgulamaya gerek yoktur sanıyoruz.  
 
Bu iki ülkenin Türkiye'nin arabuluculuğu ile İstanbul'da sürdürdükleri dolaylı müzakereler, doğrudan ikili görüşmeler aşamasına gelindiği bir anda, bilindiği gibi İsrail'in Gazze saldırısı ile kopmuştu. Türk diplomasisinin en büyük başarılarından biri olan bu süreç, Gazze krizinden sonra "Erdoğan-Olmert", "Erdoğan-Perez" krizine dönüşmüş, Başbakan derin hayal kırıklığını, kırılmış testinin parçaları üzerinde dans edercesine seslendirmişti. "One minute" hâlâ kulaklarda çınlıyor. ( bak. Today'szaman 17 and 18 Kasım 2009) İsrail seçimleri ile ise Ortadoğu'da barış için şartlar iyice kötüleşmekle kalmadı, Olmert-Erdoğan krizi İsrail-Türkiye krizine dönüştü. Testi parçalarını toparlamak için İsrail'e gitmek isteyen Davutoğlu'na yeni İsrail hükümetinin Gazze'ye gitme izni vermemesi ve aylardır Türkiye'nin Gazze'ye gönderdiği inşaat yardımlarının engellenmesi, Türkiye-İsrail ilişkilerinde havayı iyice soğuttu. Bu karamsar havada Sarkozy bu görüşmeleri Paris'e taşıma girişiminde bulundu ve bu konuda Türkiye'nin desteğini istiyor. Özünde İstanbul sürecinin yeniden başlaması için şartlar pek iyi olmadığı için Paris'in atılımı, Türkiye'nin mesafeli durması, fakat desteklenmesi gereken olumlu bir girişim sayılabilir, bir sonuç verme ihtimali zayıf da olsa. Biz konuya açıklık getirebilmek için önce Suriye-İsrail görüşmelerinin tekrar başlama ve başarı şansı, sonra Sarkozy'nin beklentileri ve rolü, akabinde Türkiye'nin bu sürece katkısı ve tavrını tartışmak istiyoruz.

İsrail ile Suriye arasında kopan görüşmelerin Paris'te başlama şansı büyük olmasa da, var. Zira İsrail, Gazze krizinden sonra uluslararası ilişkilerde zor durumda olduğu gibi, barış sinyalleri verebilmek için kapı arayışında. Ayrıca Filistin konusunda kapıları kapalı tuttuğu ve Filistin topraklarını yeni yerleşim birimlerine açarak işgal politikasını sürdürdüğü için Netanyahu ile yakın "dostları" arasında bile hava soğuk. Bu yüzden hiç değilse Suriye ile görüşmeleri başlatarak dünya kamuoyuna olumlu mesajlar vermek, diplomatik atılım yapmak, "barış" sürecinde görünmek istiyor. İkinci belki daha önemli etken Netanyahu-Barak-Lieberman koalisyon binasının taşlarını tutan tek harcın ortak İran politikası olması. İran politikası dışında hiçbir ortak noktası olamayan bu hükümet için Suriye ile diyalog aynı zamanda Suriye'yi Batı'ya entegre etmeyi ve İran'dan uzaklaştırmayı hedefliyor. Fransa bu hedefin gerçekleştirilmesinde kolaylaştırıcı olabilir. Diğer bir gerçek de İsrail halkının ezici çoğunluğunun özünde barış için "iki devlet"e evet demesi ve bir şekilde barış umudunu kaybetmek istememesidir. Netanyahu bu gerçeğin bilincinde. Bu konuya tekrar döneceğiz, önce Suriye'ye kısaca bakalım.

suriye'nin paris mesajı

Suriye'nin olası bir Paris buluşmasına sıcak bakması tek bir nedene dayanıyor. Suriye-Türkiye yakınlaşması özünde bugüne kadar hep tek taraflı ve Türkiye'nin başarısı olarak tartışıldı. Bu gerçek pek yanlış sayılmazsa da, Suriye de uzun zamandır Batı'ya açılım istiyor. Batı'ya açılım konusunda Paris iyi bir adres. Görüşmeler hiçbir sonuç vermese bile, Suriye'nin, diyaloğa açık ve Fransa'nın arabuluculuğuna sıcak bakması olumlu bir yaklaşım bu ülke için. İkinci, belki Suriye'yi daha inandırıcı kılan gerçek, Suriye'nin İsrail ile barışı artık Filistin meselesi ile ilişkilendirmemesi. Zaten Gordion düğümüne dönmüş Filistin sorununu daha çıkılmaz hale sokmanın bir anlamı yoktur sanıyoruz. Bu, Filistin sorunu ile Suriye-İsrail görüşmelerinin birbirinden bağımsız şeyler olduğu anlamına da gelmiyor tabii. Gazze krizi ile İstanbul sürecinin durması tesadüf değil. Filistin'de barış perspektifi, dikkat edelim, barış değil, barış perspektifi olmadan Suriye ile İsrail'in barışa varması oldukça zor bir ihtimal. Sorun da burada yatıyor. İsrail'de, Filistin'de bağımsız devlet fikrine karşı ve barış projesi olamayan bir koalisyon iktidarda bugün. Son AB zirvesinde İsveç dönem başkanlığının iki devlet tezi yanında Filistin devleti başkentinin Kudüs olarak AB kararlarına girmesi, Dışişleri Bakanı Carl Bildt'in İstanbul'da planlanan Akdeniz Birliği zirvesinin Arapların Lieberman'la aynı masada olmayı reddettiği için iptal edildiğini duyurması tesadüf olmadığı gibi, İsrail'in giderek Batı'da da yalnız kaldığını gösteriyor)

Dışişleri bakanı Lieberman gibi Avrupalıların "ırkçı" demekte zorlandıkları için "Arap düşmanı" olarak nitelendirdikleri bir politikacının dayandığı bir hükümetin Araplarla barış yapması zor görünse de, temel sorun Likud'dan kaynaklanıyor. Bu partide masadaki tek gerçekçi çözüm "iki devlet" tezine katı bir şekilde karşı çıkan milletvekili sayısının en az 20 olduğu söyleniyor. Netanyahu, beklenmedik bir şekilde barış sürecine dönse bile kendi partisi içerisinde politik tabana sahip değil. Bu yüzden en büyük parti ve iki devlet tezini kararlı bir şekilde savunan Kadima ile koalisyona gitmek, yani başbakanlıktan vazgeçmek zorunda. Bu oldukça zayıf bir ihtimal ve Likud'un tekrar bölünmesi anlamına gelir.

İşçi Partisi açısından da durum pek iç açıcı değil. İsrail'in kurucusu bu parti tarihinin gölgesi görüntüsünü veriyor. İki ay sonra parti genel kurulunda, % 13'e kadar gerilemiş, en büyük partiden dördüncü parti durumuna düşmüş, iktidar alternatifi olmaktan uzak bu partide koalisyon sorunu gündemde olacak. Koalisyondan çekilme kararı verilirse hükümet, verilmez ise parti derin kriz sürecine girecek görünüyor. Bu yüzden İşçi Partisi'ndeki tartışmaları yakından izlemekte yarar var. Tüm bu gerçeklere işaret ederek, altını çizmeye çalıştığımız olgu İsrail politikasının bu günlerde istikrardan, süreklilikten, barış perspektifinden oldukça uzak olmasıdır. İşçi Partisi koalisyondan çekilirse, ya erken seçime gidilir, ya da Netanyahu aşırı sağa, köktenci partilere açılarak hükümetini sürdürmeye çalışacaktır. Lieberman artı köktenci partilere dayanan bir hükümet, pek iç açıcı bir perspektif değil ne yazık ki.

gelişmeler yine de türkiye'nin çıkarınadır

Barış için tek umut kaynağı, iki devlet fikrini savunan Kadima ise Olmert ile derin yaralar aldı. Lübnan çıkarmasından ders almayıp, Gazze felaketinin de sorumlusu Olmert, Erdoğan'la Suriye ile doğrudan görüşmeleri konuşurken Gazze çıkarması için "bilmiyordum" derken belki gerçeği dile getiriyordu. Pek sanmıyoruz, varsayalım ki doğruyu söylüyor. O zaman Kadima herhalde İsrail derin devletinin kurbanı oldu ve Suriye ile barış yerine, Gazze'de savaşa sürüklendi, seçimleri kaybetti. Umarız "derin devlet" tecrübelerinden ders çıkarmışlardır. Derin devlet konusunda tarihî ve derin bilgi edinmek istiyorlarsa, Osmanlı ve Türkiye tarihine biraz yakından bakmaları ufuklarını genişletecektir sanıyoruz. Yazının ana konusunu kaybetmeden toparlamaya çalışırsak: Olası Paris görüşmelerinin başarılı olabilmesi için Filistin'de, barış perspektifi için İsrail'de politik altyapı ne yazık ki bugünlerde mevcut değil. Filistin bir yana, Netanyahu hükümeti Golan Tepeleri'ne yerleşmiş 20 bin civarında vatandaşını geri çekecek güce de sahip değil. Bu yüzden Netanyahu hükümeti Suriye ile barış için değil, zaman kazanmak için masaya oturmak istiyor.

Paris de görüşmeler için İstanbul'dan daha çekici bir başkent değil. Paris'i irdelemeden İstanbul'u çekici kılan faktörlere bir göz atarsak bu cümle daha iyi anlaşılır. Suriye-İsrail görüşmelerinin İstanbul'da başlamış olması sadece Türkiye'nin Davutoğlu gibi bölgeyi çok iyi bilen, oldukça zeki, etkin bir Dışişleri Bakanı'na sahip olmasından kaynaklanmıyor. Davutoğlu faktörü üzerinde düşünülmesi, küçümsenmemesi gereken bir olgu olsa da, Türkiye'nin bu iki ülke ile iyi ve yapıcı ilişkide olması, hem Suriye, hem İsrail'in Türkiye'nin barış konusunda samimi olduğuna inanmasından da kaynaklanıyor. Zira Suriye-İsrail barışından en kârlı çıkacak ülkelerden biri Türkiye olacaktır. İstanbul'u çekici kılan ikinci faktör, sürecin başarılı sonuçlanması için Türkiye'nin verebileceği çok şeyin olmasıdır. Türkiye-İsrail-Hindistan arasında karara bağlanan Ceyhan-Kızıldeniz petrol hattı Suriye ile barıştan sonra, ucuzlaşmakla kalmayıp bu üç ülkeyi ekonomik kader birliğine sürükleyebilirdi. Su meselesi Golan Tepeleri sorununda en önemli konulardan biridir. Suriye ile İsrail arasında barış için Türkiye su konusunda da kolaylaştırıcı olma olanaklarına sahip bir ülke. Bu üç ülkenin ortaklaşa geliştirdikleri bir barış süreci şu anda Suriye için olduğu gibi, İsrail vatandaşlarının arabalarına binip Türkiye ve Avrupa'ya açılmaları anlamına geliyor. İsrail'in bölgede entegrasyonu için Fransa bir yana, ABD'nin bile sunamayacağı bir perspektifi vardı İstanbul görüşmelerinin.

Tüm bunları Paris'in vermesi mümkün değil. Paris'i İstanbul'dan çekici kılan tek olgu, Fransa'nın "AB olanaklarını" Türkiye'den daha etkin kullanabilmesidir. Fakat Suriye'ye AB olanaklarını açma sözünü Paris ancak olası bir anlaşmadan sonra garantileyebilir. Müzakereler İstanbul sürecinde olduğu gibi İsrail tarafından engellense bile, Suriye "bravo" dışında bir "destek" bulamaz AB içerisinde. Paris'in bu "avantajı" da stratejik sayılmaz. Zira İsrail ile barış yapmış Suriye'ye AB zaten kapıları açmak zorunda, arabulucu ülke kim olursa olsun. Fakat tüm bunlara rağmen Paris'in barış sürecine katkı girişimini küçümsememek gerekir. Suriye, Paris'te müzakereler nasıl sürerse sürsün Batı'ya doğru yol almış olacaktır. Böyle bir süreç Türkiye'nin çıkarınadır. Bu yüzden şayet ikili görüşmeler Paris'te başlar ise sürecini desteklemek gerekir, olumlu bir sonuç beklentisi zayıf da olsa.

Türkiye için sorun, destekleme meselesinde yatmıyor. Türkiye için sorun, Fransa'nın bu süreçte başarılı olabilmesi için Türkiye'nin "asistanlığını" ve Türkiye'nin katkı ve kolaylaştırıcı olanaklarını Paris süreci için de kullanmasını beklemesidir. Özünde bu da sorun değil, eğer olası Paris görüşmelerinin gerçek anlamda şansı, Türkiye-Fransa ilişkileri iyi ilişkiler diyebileceğimiz bir yapıya sahip olsa idi. Fakat sorun özünde daha derin, Fransa değil, Sarkozy sorunudur. İki açıdan Sarkozy'nin gölgesi Türkiye'nin dikkatli olmasını gerektiriyor.

türkiye muhalifliği çok önemli bir seçim kozu!

Sarkozy'nin Türkiye politikası ne AB çerçevesinde, ne kendi projesi olan "Akdeniz Birliği" çerçevesinde, daha da vahimi ne de kendi dış politik prensipleri ve Fransa'nın çıkarları bazında şekilleniyor. Fransa'nın Türkiye politikasını ne "Quai d'Orsay", ne AB'den sorumlu bakanı, hatta ne de cumhurbaşkanlığı sarayı "Elysée"deki yakın danışman kadrosu şekillendiriyor. Sarkozy'nin Türkiye politikası tamamen Fransız sağının cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmak hedefi etrafında şekilleniyor. Sarkozy, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkarak, Fransa aşırı sağını kampanyasına katmak için kullanıyor, AB politikası ekseninde değil. Bu yüzden Türkiye, Paris görüşmeleri için tüm olanaklarını mobilize etse bile Sarkozy'nin Türkiye'nin özverilerini AB ve diğer uluslararası düzeyde olumlu yorumlaması mümkün değildir. Sarkozy'nin, Türkiye'nin katkılarını görünmez kılmak isteyeceği gibi, olası başarısızlıklarının faturasını Türkiye'ye çıkarma ihtimali oldukça büyüktür.

İkinci sorun Sarkozy'nin kişiliğinden kaynaklanıyor. Sarkozy birçok bakımdan güvenilir değil. Obama'nın Paris ziyaretinde Sarkozy çifti ile (çekici bir çift olmadıkları iddia edilemez) "dinner" yerine, Paris akşamını karısı ile baş başa yemeğe ayırması gözden kaçmamıştı. Fransız basınına göre bu diplomatik "skandal" Amerikan diplomasisinin Sarkozy'ye çok kızgın oluşundan kaynaklanıyor. Rivayete göre Obama'nın halefi Bush, Sarkozy'ye, Gürcistan krizi için yola çıkarken yaptıkları telefon konuşmasında "İyi bir girişim, sizi sonuna kadar destekliyorum." demiş. Sarkozy bu konuşmayı, diplomatik başarısını paylaşmamak için olacak, çevresine ve basına Bush'un "Gitme, Ruslar kararlı, Tiflis'e girecekler, bir şey elde edemezsin." dediği şeklinde yansıtmış. Bu mesele yanında Sarkozy'nin Türkiye politikası ve başörtüsü konusundaki katı tutumu Fransa-ABD ilişkilerinin altın çağının yaşandığı bugünlerde Sarkozy ile Obama arasındaki soğuk havanın sebebi olduğu iddia ediliyor. Yani Fransa basınına göre ABD diplomasisi Sarkozy'yi güvenilmez buluyor. AB içerisinde de liderler Sarkozy ile sorunlu durumdalar. Barnier'in seçimi sonrası Sarkozy ile Londra gerginliği biliniyor. Polonya'yı mali yük altına girerek Lizbon Antlaşması için ikna eden Merkel de Sarkozy'e oldukça soğuk, zira Sarkozy Polonya'yı kendisinin ikna ettiğini iddia edecek kadar gözü kara bir politikacı. Tek bir gerekçe gösterilebilir mi Türkiye'nin Sarkozy'yi güvenilir bulabilmesi için?  
ALİ YURTTAGÜL- AVRUPA PARLAMENTOSU YEŞİLLER GRUBU SİYASİ DANIŞMANI


Kaynak: Zaman