İrlanda referandumundan AB geleceğini düzenleyen Lizbon anlaşmasına 'hayır' çıkmasının arkasında, AB içindeki güç mücadelesinin de rolü olabilir.
AB, başından beri Almanya, İngiltere ve Fransa arasındaki gerilimli işbirliği içinden düzenlenmiştir. Bu ilişkide taraflardan birisi AB liderliği konusunda biraz öne çıkmaya kalkıştığında, diğer ikisi bunu dengeleyecek işlerler yapmıştır. Sarkozy iktidarıyla bu durumun bozulduğu söylenebilir.
Fransa, Lizbon Anlaşmasında öngörülen AB başkanlığı için önerilen 'Tony Blair' adını veto etmiş, ardından Almanya Fransa'nın Fransız önerilerini reddetmişti. Bu arada Fransa, sadece Akdeniz'e kıyısı olan devletlerle bir 'Akdeniz Birliği' kurmaya kalkmış, o da yetmezmiş gibi arasının en iyi olduğunu düşündüğü eski Doğu Avrupa ülkesi Romanya'ya güvenerek Karadeniz Birliği'ni de önermişti. Tüm bunları Türkiye'ye rağmen yapabileceğini sanmak bir yana, İngiltere ve Almanya'yı dışarıda bırakacak bir güç arayışını gerçekleştirebileceğini sanmıştı. Kıbrıs Rum kesimiyle ortak tatbikatlar yapıp Lübnan'da AB'den değişik bir rol üstlenen Fransa, aynı zamanda güçlü ve etkin bir AB olması gerektiğini de savunmuştu. Dahası, Sorkozy hem güçlü ve lideri olduğu bir Avrupa düşlemiş hem de neden ABD gibi bir Fransa kuramadık diye dövünmüştü.
Sürekli 'mişli geçmiş zaman' kullanmamızın nedeni, bu politikalara İrlanda'nın ket vurmuş olmasına dayanıyor. İrlanda, öncelikle Fransa'nın dönem başkanlığındaki büyük Sarkozy politikalarını imkánsız hale getirdi. Türkiye'nin üyeliğini referanduma sunmaya kalkarken referandumların ne tür beklenmedik, hatta istenmedik sonuçlar ortaya koyabileceğini gördü. Ayrıca toplumsal tercihlerin zaman içinde nasıl değiştiğinin gözemlenmediğini, ama buna rağmen biliyor gibi davranıldığını ortaya koydu.
Bundan sonra; ya tüm ülkeler anlaşmayı onaylamayı sürdürecek ve hayır diyenlere yeniden oylama baskısı yapılacak, ya eldeki duruma razı olup işbirliği yoğunlukları Konsey kararlarına bırakılacak, ya da iki ayrı hızda giden bir AB olacak. Uzun vadede en güçlü ihtimal üçüncüsü gibi gözüküyor. Yani, bir yanda daha fazla bütünleşmiş ülkeler 'çekirdek' Avrupa olacak, bir yanda da bunun halkasını oluşturan ülkeler grubu bulunacak. Gayet tabii, bu da yeni anlaşmalarla, dolayısıyla yeni sancılarla olacak. Bu proje, 1974'ten beri, yani AET'ye girdiğinden beri İngiltere'nin savunduğu proje.
Belki fazla komplocu bakış olabilir ama İngiltere, Anayasal Antlaşma Fransa ve Hollanda tarafından reddedilince oylama yapma zorunluluğundan kurtulmuştu. Şimdi de Lizbon anlaşmasını oylamaya sunmuş ülkeler arasında değil. Başkalarının ne yaptığına bakar bir hali var. Bu bakış, sadece Birlik antlaşmaları karşısında alınan tutumlarla ilgili olmayabilir, belki Birliğin lokomotif güçlerinin kendi başına kalkıştığı işlerle de ilgilidir.
İngiltere'nin Fransa'nın Akdeniz'e, oradan Lübnan üzerinden 'Filistin' bölgesine, Almanya'nın da daha kuzeyden Rusya ekseninden hareket etmesine izin vereceği düşünülemez. İrlanda'nın bu anlamda İngiltere'den farklı bir dış politika sürdürmesinin ise, hiç gereği yok. Dolayısıyla İrlanda, bu kararıyla İngiltere'ye pek yardım etmiş ve İngiltere'nin vitrine çıkmadan beklentilerinin karşılanmasını sağlamış olabilir.
Türkiye için ise, iki ihtimal var. Ya, kriz nedeniyle tüm adaylarla üyelik ilişkileri geçici olara dondurulur ki bu zayıf bir ihtimal; ya da Türkiye'ye ileride hangi AB'ye katılacağı sorulur. Bu, Türkiye'nin ikinci halkayı hedefleyerek hem daha kolay entegre olmasının hem de AB'nin Türkiye korkusunu yatıştırmasının bir yöntemi olabilir.
Kaynak: Star