Bugün ortam, değil karar almaya, konuları tartışmaya bile uygun değildir. Stratejik karar almak için sakin kafa, soğukkanlı yaklaşım hiç yok. O kadar yok ki, 'soğukkanlı' yaklaşımın önerilmesi bile yadırganıyor. Şimdi laf değil eylem gereklidir havası esiyor, güçlü bir biçimde. Öfke egemen. Bu güya 'milli' heyecanın ileride nelere mal olacağını konuşamamak ne kadar millidir? Acının gözyaşları üstünde yükselen bir hamaset söylemi sürüklüyor hepimizi.
Medeni cesaretin ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyorum. Sanırım biraz 'mahalle baskısına' karşı çıkmak anlamı da taşıyor. Sizi küçümser bir gözle, ayıplayarak, kuşkulu bakışlarla süzenlere karşı başınızı eğmemenizdir herhalde. Bütün mahalle delikanlılarının meydan okumalarına karşı çıkarak hırpalanmayı göze alan bir yiğidin, 'eleştirilirim' kaygısıyla çok sevdiği ama iyi şöhreti olmayan bir kadınla evlenememesi, ya da herkesin kötü bildiği bir insandan yana çıkmak istese de, 'ne derler' diyerek bunu yapamaması medeni cesaret eksikliğinin işaretidir, sanıyorum. Bu deyimde 'medeni' sözü uygarlıkla, terbiye ve görgüyle ilgili değildir. Bunlar kelimenin mecazi anlamlarıdır. 'Medeni' sözü, şehre ait, şehir halkından olan anlamındadır. Medeni cesaret, 'moral', 'ahlak', 'ayıplanma' açısından cesur olmaktır. Mahallenin, toplumun, ülkenin, çoğunluğun, kalabalıkların, kamuoyunun, 'herkesin', doğru bildiğine karşı çıkabilir mi insan? Tek başına ya da azınlıkta kaldığında, çevresine karşı sesini yükseltebilir, görüşünü dile getirebilir mi? Bazen bu, bütün paranızı bir elde rulete yatırmaktan, aslanlar gibi öne atılıp ölmekten, işkenceye dayanmaktan, çocuğunu gönüllü savaşa göndermekten de zor olabiliyor.
Akıllı ol, fazla ileri gitme!
Toplumsal krizler döneminde, ülkede heyecan doruğa çıktığında, dayanışma duygusunun ve birlik beraberlik havasının egemen olduğunda, alışılagelen 'normal' cesaret kendini ağırlıklı olarak duyurur. Er meydanına atılanlar çoğalır. Nefs ikincil olur, fedakârlık yaygınlaşır. Artık farklı düşünen ve çoğunluğa uymayan 'mahalle baskısını' daha da bir üstünde hisseder ve siner. Savaş borularının çaldığı anda, açıkça savaşa karşı çıkanını pek görmedik tarih içinde. Bu durumda sinmiş olanın, farklı düşünenin artık fizikî varlığı da tehlikededir. Böyle bir adama yalnız yan bakmazlar, yok da ederler. Akıllı ol, fazla ileri gitme, yoksa kötü olur derler. Medeni cesaret eksikliğinin faturasını yalnız 'korkak' kişiye çıkarmamalıyız, mahallenin de büyük payı var bu sonuçta. Bir ilişki meselesi söz konusu; bir yanda kişi vardır öte yanda toplum. Böyle durumlarda medenisi yetmiyor, cesaretin normaline de gerek duyulur.
Yani birlik-beraberlik halleri kişi görüşünün devre dışı kaldığı durumlardır, farklılığın dışlandığı hatta suçlandığı hallerdir. Bu halin hem yararlı, ama hem de zararlı yanları var. Yararlı yanı, krizin atlatılması için görüş birliği gerekliyse, farklı görüşlerin bastırılmasıyla bu birliğin daha iyi sağlanmasıdır. Bir amaç uğruna araç (susturma) meşruiyet kazanıyor, diyelim. Ama tabuların oluşmasının yararlı olması için bir şartın da var olması gerekiyor: Üstünde görüş birliği sağlanan kararın, yani seçilen yolun 'doğru' olması. Yok, yanlışsa, farklı görüşlerin susturulması durumu daha da kötü ve zararlı kılar: Alternatifler yok edilir, hep beraber sürükleniriz yanlış yöne.
Bu girişle, bu yazının hiç yazılmamış olmasının çok normal olduğunu söylemek istiyorum. Kendimi, izlediğim toplumsal çalkantının mümkün olduğu kadar kenarında görmek istiyorum. Zaten farklı bir havayı tutturacak manevi güce de sahip değilim. En başta yaşanan acılar öylesine büyük, verilen kurbanlar öylesine çok ki, söz yetersiz kalıyor. Gözyaşlarına saygı duyup yalnız susmak geliyor içimden. 'Vatan sağ olsun' diyen ananın, babanın, dedenin, kardeşin ne demek istediğini anlıyorum. Herhalde umutsuzluğu içinde bir teselli arıyordur, onarılamaz kaybına bir gerekçe, bir açıklama. Ama bu acıyı pano gibi teşhir edenlerin kendi siyasal mesajlarını yaydıklarını görüyorum. Gözyaşı ile panolar arasında kendime bir yer ayırtamıyorum.
Acının siyasete alet edildiğini görüyorum. Ve bu toplumsal çalkantıya karşı çıkmak için gerekli ortamın artık yok olduğunu. Ağlayan yetimler ön planda. Bayraklar her yerde. Heyecan, coşku. Yüreklerin hızla çarpması. Şehit söylemi. Hücum borusu öncesinin baş dönmesi. Futbol maçında bile askerî selamlar. Meşin yuvarlak da şahadet simgesine dönüşmüş. Kitleler simgeleri öpüp alınlarına götürüyor, koro halinde sloganlar. Sefere çıkıyoruz. Ölüm artık vız geliyor. Hep beraber. Tek yumruk. Kararlılık, tanımlanmayan bir zafer adına. Bu ortamda bu yol doğru değil demek çılgınlık tabii. Sesiniz uğultunun içinde zaten duyulamaz. İsabet belki. Duyulsa başınız belaya da girebilir. Daha uygun zamanı beklemeli, değil mi? Bugün 'analiz' yapmanın günü değil. Bugün, haykırma, atılma, yumruk sıkma, bayrak sallama, baş döndürücü bir koşuya koyulmanın günüdür.
Acıları kullanan hamaset söylemi
Ama yarın, belki on yirmi yıl sonra, bu heyecanın sosyolojik, toplumsal psikolojiye göre tahlili yapıldığında ne denecek dersiniz? Korkarım birileri, bu milliyetçi heyecan içinde bazı kararların fevri olduğunu söyleyecektir. Bugün ortam, değil karar almaya, konuları tartışmaya bile uygun değildir. Stratejik karar almak için sakin kafa, soğukkanlı yaklaşım hiç yok. O kadar yok ki, 'soğukkanlı' yaklaşımın önerilmesi bile yadırganıyor. Şimdi laf değil eylem gereklidir havası esiyor, güçlü bir biçimde. Öfke egemen. Bu güya 'milli' heyecanın ilerde nelere mal olacağını konuşamamak ne kadar millidir? Su yüzüne çıkmak için fırsat bekleyen bağnazlık, şimdi yaygın acıları kullanarak baskısını artırdığında, karşı çıkacak medeni cesareti görmemek anlaşılırdır, ama çok da acı. Acının gözyaşları üstünde yükselen bir hamaset söylemi sürüklüyor hepimizi. Çağdaş bir uyarlamayla çevrildiğinde, Samuel Johnson'un 1775'te söylediği 'Vatan-millet söylemi ikiyüzlünün en son sığınağıdır.' sözü (patriotism is the last refuge of a scoundrel) durumu ifade ediyor.
Mahalle baskısından çok korkanlar neden toplum baskısından hiç rahatsız olmazlar? Belki bunun yanıtı, kişinin ideolojisine göre seçtiği değerlerde yatıyor. Kimileri hepimizin (baskı altında) tek tip insan olmamızı istiyor ve bir potada erimemizi hoş karşılıyorlar. Çeşitliliği isteyenler ise mahallelere ayrılmamızdan pek rahatsız olmuyorlar. Ama ben, mahalle sakinlerinin de tek tek kişilere ayrılmalarından yanayım. Herhalde fazla ferdiyetçiyim (bireyciyim), çünkü ister marş olsun ister türkü, toplu şarkı söyleyemem, el ele hora tepemem, gol diye bağıramam herkesle birlikte ve her nedense, en sevinçli günlerim bayram günleri değildir, çok özel durumlar beni sevinçli kılar. Kitlelerin koşuştuklarını gördüğümde, bir kenara çekilir onları izler, nereye yönlendiklerini anlamaya çalışırım. Ve şu an yalnızlığımda bunları yazarken, dileğim, ileride bu Ekim 2007 yazısını hatırlatma gereğini duymamamdır.
Kaynak: Zaman