Bazen kamusal bir mekanın bir duvarında, bazen de bir dergi yazısının yanıbaşında karşılaşıyorsunuz, Norveçli dışavurumcu ressam Edward Münch'ün ünlü tablosu "Çığlık"la.

1893 doğumlu tablo, 2004 yılında Norveç'te bulunduğu müzeden çalınmış, 2006 'da yıpranmış olarak bulunmuş, uzmanlar tarafından onarıldıktan sonra Norveç Müzesi'ndeki yerine konulmuştu.

Çığlık'ın modern insanın korkularını ve kaygılarını yansıtan bir tablo olduğu, sıklıkla rastlanılan bir değerlendirmedir. Tablonun ön planında ızdırap çektiği anlaşılan bir figür, arka planda ise Ekeberg tepelerinden Oslofiyord'un görünümü yer alır. Gökyüzü kan rengindedir.

Bir köprüden geçtiği sırada kasırga gibi yükselen bir ses nasıl yakalamış Münch'ü de, bu tabloyu yapmaya götürmüş, güncesindeki notlardan okuyalım: "… İki arkadaşımla birlikte güneşin batışı istikametinde yürüyordum. Aniden gökyüzü kahverengiye dönüştü. Durakladım, hissizleştim ve bir parmaklık üzerine dayandım. Kentin ve mavi fiyordun üzerinde ateşin dili ve kan vardı. Arkadaşlarım yürümeye devam ettiler. Ben ise orada korkuyla titreyerek kalakaldım ve doğanın içinden gelen sonsuz çığlığı duydum."

Duyargaları yeterince açık bir sanatçıya ulaşan doğanın canhıraş sesi, içinde bulunduğumuz yıllarda toplumun ve tarihin, kültürün ve siyasetin karanlık dehlizlerinde yankılanarak büyüyen bir çığlık halinde başörtülü öğrencilerin kulaklarına ulaşıyor.

Onlara, başka türlü olamayacaklarını haber veren bir ses bu: İki yüzlü, yavan, şekilci olamayacaklar. Olduklarından farklı görünmek için nedenleri ya da hevesleri yok. Öne sürüldüğü gibi başörtülerini ne erkekegemenliğinin bir nişanesi, ne de pagan mabedlerinin adı kötüye çıkmış rahibelerinin sahip olduğu gizlenme kaygısıyla örtüyorlar. Aslında gizlenme ve kapanma eğilimi de taşımıyorlar. Tersine, ısrarla sürdürülen bir yasak, onları kamusal alandan kapalı mekanlara, eskisi gibi geniş ve ferah üretim merkezleri olma ihtimalinden uzaklaşan evlere kapanmaya yönlendiriyor.

Başörtülü kadınların etkinleşmesi, bilgilenmeye dönük tutkusu, ortaçağda kimi bilgili kadınlar karşısında yaşandığı şekilde korkutuyor iktidar sahiplerini ve postmodern cadı avcıları, çok fazla şey biliyor diye düşündükleri bir kısım kadınları katılımcı nüfustan düşürmeye çalışıyorlar.

Bu baskının dolaylı sonuçlarından biri, Batman'da olduğu gibi genç kız intiharları.

Mazlum-Der'in, Memur-Sen'in ve Eğitim Bir-Sen'in davetiyle gittiğim Batman ve Mardin'de 'Dilde Kadın Varlığı' konusu bağlamında bir konferans vermeye hazırlamıştım kendimi. Bunu Batman'da kısmen gerçekleştirebildim. Konferans günlerinin AYM'nin başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakan Anayasa değişikliğinin iptali ve yürürlülüğünün durdurulması konusundaki açıklamasıyla aynı günlere denk düşmesinin yol açtığı polemikler konuşmalarımın akışını kısmen de olsa değiştirdi. Mardin'de ise konferansı daha aslına uygun bir içerikle sunabildim.

Batman hep çevresindeki şehirlerden daha farklı bir vurguyla anılırdı: Derin bir mazisi olmayan, bir bakıma kozmopolit yapısı nedeniyle de kaosa açık olduğu varsayılan bir proje şehri. 80'li yılların İslamcılığı üzerinde bu şehirde sürdürülen bir yurtlanmayı, tazeleyen bir kimlik edinme arayışını temsil eden sohbetlerin büyük etkisi olduğu söylenebilir. Batman'la İstanbul arasında sürekli bir akış vardı çünkü; bir kitap ve bilgi akışı. Dindar gençler açısından, 70'li yıllardan itibaren sağ- ve sol çatışmasının toplumda meydana getirdiği şiddet karşısında okuyarak bilinç kazanmak, en anlamlı "olma" yoluydu. Batman, kısa mazisine karşılık Güneydoğu'nun kültürel merkezine dönüşmesini sağlayacak bir potansiyele sahip görünüyordu.

Elli yıl kadar önce yakınlarında işletilen petrol rafinerileri nedeniyle bölgeye kondurulmuş bir şehir Batman. Zengin ve kozmopolit. Bir bakıma yüzeysel ve eklektik. Geçen yıllar içinde kendine özgü bir yapı edinmemiş değil. Sunduğu görece özgür ve kültürel etkinlikler açısından da faal ortam nedeniyle, Mardin'li olduğu halde Batman'da yaşamayı yeğleyen aileler tanıdım. Yine de anlatılanları dinlerken, kuruluşuna özgü şartların doğası icabı olsa gerek, sürekli kanamaya yatkın bir yarası eksik değilmiş, eksik olmamalıymış gibi geliyor insana. Göçe açık olduğu kadar yoksulluğa da açık bir şehir Batman. Temelde zengin bir şehir olduğu halde son yıllarda Deniz Feneri'nin en yoğun olarak çalıştığı illerin arasında yer alıyor. Yardım talepleri o denli yoğun ki bu faal yardım kuruluşunun sorumluları, gerçek anlamda yoksul kişileri bulmak için bir hayli zorlandıklarını dile getiriyorlar.

Kimi Batmanlılara göre, "ipini koparanın gelmesine müsait" bir yapısı var şehirlerinin.

Sürekli çığlık atan bir şehir Batman ayrıca. Din adına, ırkçılık adına terör eylemlerine bulaşan kesimlerin baskısıyla boğuklaşan sesi, rafineri çalışmalarının gürültüsünde sönümleniyor.

Bu şehirde belli bir nüfus petrol dolayımıyla çevresindeki şehirlere göre nispeten daha müreffeh bir hayata kavuşurken, kimi insanlar da ya terör eylemlerinin kurbanı olarak, ya da kendi canına kıyarak nüfustan düşüyorlar. Genç kız intiharlarının hala devam ettiğini öne sürüyorlar, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında faaliyet gösteren hanımlar. Bu intiharlar, belki Diyarbakır'da da aynı oranda yaşanıyor. Fakat Batman insanı yaşananı açığa vuruyor, bildiriyor, duyuruyor.

Kozmopolit yapısı, göçe açık olmasının ve şehrin Güneydoğu'ya özgü bilinen feodal geleneklerin bir hayli seyrelmiş durumda var olmasının bir nedeni. Şu var ki kadın ve erkek ilişkileri dindar kesimlerde halihazırda olabildiğince hakkaniyetli olarak sürdürülüyor, kadın aktivistlerin anlattıklarına bakılırsa. Yakın tarihlerde yaşanan çoğul şiddet, dindar aktivistlerin dünyaya bakış açısının gelişmesinde, raflar dolusu kitaptan daha fazla etkili olmuş. Yine de beni Mazlum-Der ve Eğitim Bir-Sen. adına Batman'a davet eden Naman-Songül Bakaç çiftinin sahip olduğu gibi zengin bir kütüphanesi bulunan evler hiç eksik değil.

Kadınlar göçün de sebep olduğu nedenlerle ailenin geçimine katkıda bulunmak için türlü işlere el atıyorlar. Bazen Peyruze Hanım gibi bir heykeltıraş ustalığıyla bütün dünyada nam salan tandırlar üretiyor, bazen de Nazife Teyze gibi yan yana dizdikleri tandırlarda işçileriyle birlikte ekmek fırını işletiyorlar. Şehrin kıyılarından akıp gelen yoksul kadınlar, pazarlarda ot satarak üç beş lira kazanmanın telaşında.

Kalabalık bir grupla Hasankeyf'i gezmeye gidiyoruz. Bunun için ayırdığımız birkaç saat kesinlikle yetersiz. Aramızda, çocukluğu bu mağara evler civarında geçmiş olanların hatıralarını dinleyerek kaleye doğru tırmanıyoruz. Hasankeyf'in yakında yitirileceği endişesi, pek çok film ve fotoğraf sanatçısının bölgeye akmasına sebep olmuş. Hasankeyf, Ihlara Vadi'sini çağrıştıran 'taşınamaz' mağaralarıyla bir bütün. Bu hayatiyetini koruyan tarihi dokunun bütün güzellikleri ve özgünlüğüyle başka bir zemine taşınması bana olanaksız görünüyor. Yaşı belki Artuklulardan da ötelere uzanan, Ortaçağ'da yapılmış bütün köprülerin de en büyüğü ve gelişmişi olduğu bilinen tarihi köprü, etrafına sunduğu manzarayla nasıl başka bir ırmağa taşınacak…

Hasankeyf'in güzelliği sanki fazla geliyor, hormonlu bir şehir gibi görünen Batman'a.

Akıllı, ilim-irfan peşinde genç kızlarının da topluma fazla gelmesi gibi…

Dicle'ye bakan bir mağara-kafede sohbet ettiğimiz genç kızlara üniversite kapılarını kapatan kararlar, yüreklerden yükselen ahlarla karşılanıyor. Bu "ahların" yol açtığı moral çöküntülerine rağmen sürdürülen kültürel ve sosyal faaliyetler, Batman'ı bir çelişkiler şehrine çeviriyor.

Orada elli yıllık bir şehir, kendisine yükletilen karmaşa karşısında zaman zaman ölümcül tepkiler vererek yolunda gitmeyen bir şeyleri hatırlatıyor, sürekli.

Bölgeye refahın gelmesi için yıkılması gereken Hasankeyf değil, zihinlerdeki tabular.

Münch'ü ülkesindeki bir köprüden geçerken yakalarken korkuya boğan sonsuz çığlığa, bir mağaradan Hasankeyf'in yaşı belirsiz köprüsünü izlerken de yakalanabilirsiniz.

Batman'da bir tarih, bir gelenek oluşturma yolunda aşırı çaba göstererek çöküntüye uğruyor insanlar sanki. Hasankeyf'te ise canlı bir şehrin sular altında kalmaya terkinin boğuk seslerini duyabilirsiniz, tabiatla bütünleşmiş sanatın sesine açıksa kulaklarınız.