Selma Kavurmacıoğlu
Düşünme: Gözlemden Tanıklığa, Müslüman bir psikolog kimliğiyle Malik Bedri’nin ilk bölümde düşünme/tefekkür eyleminin psikolojik bir araştırma alanına girip giremeyeceğini tartıştığı, sonraki bölümlerde ise bir kavram olarak erken dönem âlimlerinin eserlerinde nasıl ele alındığından hangi alanlarda gerçekleştirilebileceğine ve düzeylerine kadar oldukça geniş bir perspektifte tetkik ettiği, sadece psikoloji alanının uzmanlarına değil konuya ilgisi olan her insana hitap edecek bir dille sunduğu kıymetli bir eser.
Batılı psikologların insanın kişiliği, güdüleri ve davranışları hakkında ileri sürdükleri teorilerin pek çok açıdan İslam ile çeliştiğini düşünen Bedri, tefekkürün meditasyona indirgenmesine de tepki koyar ve tefekkürün meditasyondan farklı olarak “kendi başına bir amaç olmadığını” asıl gayenin “evrenin yaratıcısı ve Rabbi olan Allah’ın bilinmesi, yani deruni bir marifetullah” olduğunu ifade eder. Bilişsel psikoloji sahasında söz sahibi olan “davranışçı yaklaşım”, “Freudyen psikanaliz” ve “nöropsikanaliz”in savları hakkında bilgi verir ve İslami tefekkür anlayışı karşısında bunların ne kadar sığ ve yavan kaldıklarını gözler önüne serer.
Öğrenmenin, uyaranlar ve gözlemlenebilir tepkiler yoluyla incelenebileceğini öngören davranışçı yaklaşıma göre insanlar makine mesabesindedir ve bu makineler belli uyaranlara maruz kaldıklarında araştırmacının kontrol ve tahmin edebileceği tepkiler göstereceklerdir. Bu hâliyle davranışçı yaklaşım, tefekkürü otomatik olarak psikolojik bir araştırma alanı olmaktan çıkarmaktadır. Bedri, insanların bu şekilde gayri insanileştirilmelerinde iki amacın gözetildiğini; ilkinin, psikolojiyi bilimsel bir kalıba dökme isteğinin ikincisinin ise Batılı toplumların sekülerleştirilmesi ve dinin pençesinden kurtarılması isteğinin olduğunu ifade eder.
Freudyen psikanaliz, insanların davranışlarının tamamen kişinin bilinç dışı cinsel ve saldırgan dürtüleriyle belirlendiğini düşünür. Dinin bir yanılsama ve kitlesel bir saplantı nevrozu olduğunu düşünen Freud; insanların bilinçli düşünce, tefekkür, yargı ve akıl yürütmelerinin farkında olmadıkları daha derin, gizli bir zihnin yan ürünlerinden başka bir şey olmadığına inanır.
Nöropsikanaliz de bilinçli fikir oluşturmanın, seçme özgürlüğünün ve insanın değişmez manevi ölçülerinin önemini küçümser. Onun savunucularına göre her türlü bozuk düşünce ya da eylemin ardında beyindeki bozuk bir molekül vardır. Bu düşünce biyolojik determinizmi gündeme getirmektedir. O yüzdendir ki rastgele cinselliğin, homoseksüelliğin ve lezbiyenliğin biyolojik olarak programlanmış dürtülerde gizli olduğunu, insanlar genlerinin yarattığı güdüleri izlemek zorunda oldukları için de kınanmamaları gerektiğini ispatlamaya çalışırlar.
Tüm teoriler iradenin yok sayılması noktasında kesişir
Birbirinden farklı gibi görünse de bu düşüncelerin kesiştiği nokta olarak “irade”nin yok sayılmasını ve ona herhangi bir değer atfedilmemesini söyleyebiliriz. Batılı psikologların uyaran-tepki davranışçılığının yüzeyselliğini ve psikanaliz teorilerinin bilimsel olmayan çarpıtılmış doğasını fark etmeleri onlarca yıl aldı belki, ama 20. yüzyılın ortalarından itibaren açık fikirli bilim adamlarının varlığı ile deruni duyguların, bilincin, zihnin ve zihni süreçlerin göz ardı edilmemesi gerektiği idrak edilmeye başlandı. Bu durum ise Bedri’ye göre tefekkürün hem bilimsel hem de dinî açıdan değerinin anlaşılmasına vesile oldu.
İnsan beyninin faaliyetleri hakkında çok az şey biliyor olsak da materyalistler, kafatasının içindeki maddi “beyin”i ifade için kullanılmadığı sürece, insanın bir “zihne” sahip olmadığını iddia ediyor ve buna da beyni hasar gördüğünde insanların düşünme şekillerinin ve aslında bütün karakterlerinin değişiyor oluşunu delil olarak gösteriyorlar. İnsanın bir beyinle birlikte davranış ve düşünüşlerini denetleyen bir zihinlerinin de olduğuna inanan Bedri ise “Eğer insanın bilişsel süreçlerini ve davranışlarını yöneten tek şey materyalistlerin iddia ettiği gibi beyin olsaydı, hiç kimse beyninin yaptığı bir eyleme ya da aldığı bir karara karşı çıkamazdı!” diyerek itiraz eder. Bunun deneysel olarak da ispatlanabileceğini söyleyen Bedri şöyle bir örnek verir: Bir gönüllüye beyin korteksinin motor bölgesindeki belli bir yerden elektrik uyaranı verilse, kolunu istemsizce hareket ettirerek tepki verecektir. Ona kolunu oynatmaması söylense ve beyne elektrik uyaranı tekrar verilse, kolunun kendisine rağmen hareket ettiğini görecektir ve bu süreç tekrarlandığında, hareket eden kolunu diğer koluyla durdurmaya çalışacaktır. Eğer beyin hükmeden tek uzuv olsaydı, deneğin beyninin emrettiği şeye karşı çıkmaması gerekirdi. Hâlbuki durum böyle değildir; o hâlde kolu hareket ettiren şey nedir ve onu durdurmaya çalışan kimdir? Açıktır ki, onu hareket ettiren beyin, durdurmaya çalışan ise zihindir.
Batılı bir ilim adamı olarak zihnin varlığını kabul eden Eccles, ünlü filozof Karl Popper’la birlikte yazdığı bir eserinde “Ölümden sonra zihne ne oluyor?” sorusunu sorar. Sıradan insanlar kadar ilim adamlarını da meşgul eden bu soruya Bedri, onun bilgisinin bu dünyada bizden esirgenen ve sıkı sıkıya korunan bir sır olduğu şeklinde cevap verir ve “Ona ölümden sonra ne olduğunu bilmek, ister istemez ruhumuzun da sırrını ifşa ederdi ve böyle bir şey olsaydı bu hayatın bir sınav alanı olduğu konusundaki bütün dinî itikat geçersiz olurdu.” der.
Beden ile zihin arasındaki ilişkiyi konu alan çağdaş biyolojik araştırmalarının doğurduğu bir diğer zorluk, insan kalbinin beyni etkilemedeki ve nöral davranışı şekillendirmedeki rolüdür. İnsan kalbinin bir pompa istasyonundan öte, uygun tepkiler göstermesi için beyni uyaran organ olduğunu ve beynin işleyişinde önemli rol oynayan sinir taşıyıcılarının kalpte bulunduğunu ifade eden Joseph Pearce, manevi kalpteki eylemlerin hem bedendeki hem de beyindeki eylemlerden daha önce gerçekleştiğini ifade ederek Gazali’nin benzer düşüncelerini paylaşır. Pearce’a göre derin bir manevi tefekkür hâlindeyken, manevi kalbimizden bir şeyler alıyoruz ki, bu kalp beynimizle iletişim kuran ve bilişsel faaliyetlerimizi etkileyen maddi kalbimizi nüfuzu altında tutar.
Düşünmenin temel sistemidir dil
Tefekkürün ana vasıtası dil üzerine de mülahazalarını paylaşan Bedri, dilin insanlar tarafından sadece hitap etmek ve iletişim kurmak için kullanılan bir araç olmadığını, bugün aynı zamanda düşünmede kullanılan temel bir sistem olduğunun da kabul edildiğini ifade eder. Bu yüzden belli bir insan topluluğu tarafından konuşulan dilin özelliklerinin, onların nasıl düşündükleri ve yaşadıkları gerçekliği zihinlerinde nasıl canlandırdıkları noktasında ipuçları verdiğine inanır. Bir dilin fonetik ve fonemik yapısıyla birlikte sahip olduğu kelime haznesine muadil olarak o dilde savunulan herhangi bir düşüncenin ya da fikrin kabul edilirlik veya reddedilirlik durumunun değişeceğini düşünür.
Bireyin icra ettiği her kasıtlı eylemin öncesinde, içsel bir bilişsel faaliyetin olduğunun kanıtlandığı günümüzde buna en güzel örneklerden biri olarak Arşimet’in suyun kaldırma kuvveti ile ilgili yasayı birdenbire keşfetmesi gösterilir. İnsan bir probleme çözüm bulamadığında ve onu bir kenara koyup başka bir faaliyete geçtiğinde, çözüm bilinçli bir çaba göstermeden aniden aklına gelir. Bu noktada eğer insanların düşünüşü her şeyi yaratmaya kadir olan Allah'ın yaratışı ve nimetlerine odaklanırsa, inançları artacak, amel ve davranışları düzelecektir. Eğer düşünceleri hazlara ve tutkulara odaklanırsa, dinlerinden uzaklaşacak ve davranışları yozlaşacaktır. Düşünceleri korkulara, hayal kırıklıklarına, başarısızlıklara ve dolayısıyla kötümserliklere yoğunlaşırsa, tepkisel depresyon ve diğer psikolojik bozukluklara maruz kalacaklardır. Bu içsel bilişsel faaliyetler o kadar hızlı ve kendiliğinden olabiliyor ki, kişi incelikli bir tahlil ve egzersiz yapmadığı sürece bunun farkına bile varamıyor. Bütün bunlardan hareketle Bedri, deruni düşünce süreci olarak tefekkürün her türlü güzel amelin kaynağı olan inancın belkemiğini oluşturduğunu benimser ve eğer bilişsel terapist, duygusal veya başka türlü bir alışkanlıktan sıkıntı duyan bir hastayı tedavi etmek istiyorsa, işe bu davranışa neden olan düşünceyi değiştirmeye çalışmakla başlaması gerektiğini salık verir.
Bilişsel psikoloji insanların bilinçli düşünüşünün ve içsel diyaloglarının duygu ve hislerini etkileyeceğini, tutum ve inançlarını şekillendireceğini, kısacası değerlerini ve hayat görüşlerini bile biçimlendirebileceğini belirtir. Tartışma, duygusal olarak rahatsız bir kişinin bilişsel terapisinden Müslümanların bilişsel faaliyetlerine aktarıldığında, bireylerin bizzat ruhunun yeniden modellenmesinde tefekkürün içerdiği bilişsel süreçlerin büyük etkisi açıkça görülür. Buna çağdaş psikolojinin tamamen dışladığı sağlam bir bilişsel güç olan inanç faktörü eklendiğinde, İslami tefekkürün ruhların saflaştırılmasında ve müminlerin mertebesinin yükseltilmesinde sağlayacağı muazzam değişim daha net idrak edilebilir.
Batılı psikolojiyi daha yeni yeni etkileyen bilişsel ilkeler ve uygulamaların yüzyıllar önce yaşamış İbn Kayyim, Belhi, Gazali, Miskeveyh gibi pek çok âlim tarafından bilindiğini ifade eden Bedri, onların tefekkür hakkındaki birbirinden değerli görüş ve düşüncelerine yer verir ve tefekkürün ne kadar önemli bir eylem olduğunu defalarca ihsas eder. Mesela Belhi’den, “Nasıl sağlıklı insanların beklenmedik durumlar için ilaç ve ilkyardım malzemeleri bulundurmaları gerekiyorsa, beklenmedik duygusal patlamalar için de kişilerin zihinlerinde sağlıklı düşünce ve duyguları tefekkür etmeleri gerektiğini” ifade eden görüşünü nakleder. Bilişsel faaliyet uyanıkken de uyurken de kesintiye uğramadığı için zararlı düşünce ve fikirlerin tutku ve dürtü hâline gelmeden bertaraf edilmesi gerektiğinin altını çizer.
İçsel bilişsel faaliyet her hayrın başıdır
İbn Kayyim, kişinin yaptığı herhangi bir davranışın, içsel bir düşünceyle, yani gizli-saklı bir konuşma veya kendi içindeki bir diyalogla başladığını söyler. Bunun için “havatır” kelimesini kullanır. Hızla gelip geçen düşüncelerin özellikle de olumsuz olanlarının nasıl insanın eylemleri ve gözlemlenebilir davranışları hâline geldiğini ayrıntılı biçimde anlatır. Şehevi, günahkâr veya duygusal açıdan zararlı bir hatıranın, o kişi kabul eder ve kontrol etmezse, güçlü bir duygu ve şehvet hâline geleceği uyarısında bulunur ve Müslümanlara, olumsuz hatıra ve vesveselerle, duygu ve muharrik güç hâline gelmeden savaşmalarını ve böylece mutlu ve faziletli bir hayat sürmelerini tavsiye eder.
İçsel bilişsel faaliyet her hayırlı ve uygun fiilin anahtarı olduğu gibi gizli ya da açık her türlü itaatsizliğin de anahtarı olarak gösterilir. Allah’ın rahmetini tefekkür eden ve ahiret hayatından haberdar olan bir kalp, tefekkürlerinin kendine kazandırdığı hassasiyet neticesinde zihnine gelen kötü düşünceleri kolaylıkla fark eder ve “basiret” onu teşhis ederek, hapseder ve etkisiz hâle getirir. Bu durum, sağlıklı bir bedendeki bağışıklık sisteminin, mikropların ve virüslerin vücuda girişini teşhis edip herhangi bir zayiata veya hasara yol açmalarına fırsat vermeden hücreler ve savunmacı kan proteinleri tarafından yok edilmelerine benzetilir.
Tefekkürün aşamaları
Bedri’ye göre tefekkür birbiriyle bağlantılı üç aşamadan geçerek manevi idrak (şühud) denilen dördüncü aşamaya ulaşır. İlk aşamada yaratılmışları müşahede vardır. İkinci aşamada yaratılmışların estetik yönlerini inceleme ve böylece algıdan güzelliğe, kemale, azamete ve algılanan nesnenin mucizevi görünümüne hayret duyma hâline geçiş söz konusu olur. Üçüncü aşamada ise mahlûkatın yaratıcıya olan teslimiyetini idrak vardır. Dördüncü aşamaya ulaşan müminlere gelince, onlar Rablerine karşı öyle derin bir huşu ve zikir hâlindedirler ki, yaratılmışlara ayrı bir gözle bakamazlar artık. Âlemin yapısında kusursuzluk, rahmet, güzellik ve hikmetten başka bir şey görmezler ve Rabbin azameti karşısında giderek daha fazla huşu ve takdirle dolarlar. Tefekkür, daimi zikirle güçlendirildiğinde, köklü bir manevi alışkanlık hâline geleceğinden, düzenli tefekkür eden müminler dördüncü aşamaya ulaşabileceklerdir.
Yazar, burada ilginç bir çıkarıma da yer verir. Müminler yaratılıştaki kusursuzluk, insicam ve yücelik karşısında hayrete düşerek ve kendilerinin maddeten ve manen aciz olduklarını fark ederek yaratılış amaçlarını gerçekleştirmeye yönelirlerken bu idrake varamayan insanlar inançsızlığa ve putperestliğe saparak fıtratlarına aykırı bir tarzda hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Oluşan hayret duygusu ise tarih boyunca putperest dinlerin takipçilerini tapınaklarının büyüklüğünü, güzelliğini ve tasarımını abartmaya, heykel ve resimlerle süslemeye sevk etmiştir. Lübnan Baalbek’te bulunan, inşası iki asır süren ve devasa taşların Mısır’daki Asvan’dan getirtildiği Jüpiter Tapınağı buna örnek olarak gösterilir. Müslümanların kıbleleri ve en çok değer atfettikleri ibadet mekânı olan Kâbe ise bütün bu şatafatlı ibadetgâhlara âdeta sadeliği ve basit yapısı ile meydan okumaktadır.
İslam’da Müslümanların ifa etmeleri gereken emirlerin veya kaçınmaları gereken yasakların uhrevi mükâfatının olduğu kadar dünyevi faydalardan da hâlî olmadığına inanan Bedri, bir ibadet biçimi olarak tefekkürün de manevi olduğu kadar fiziksel ve ruhsal açıdan da gözlemlenebilir etkilerinin olacağı savunur ve bunu çeşitli örneklerle göstermeye çalışır. Kısır bir kadının şiddetli bir arzuyla hamile kalmayı istediğinde yalancı hamileliği yaşaması, hastalık hastalarına tesiri yüksek ilaç adı altında serumla şekerli su verildiğinde kendilerini iyi hissetmeye başlamaları, bulantısı olan hastalara rahatsızlıklarının kısa sürede sona ereceğine inandırılarak aslında kusmaya neden olan şuruplar içirilmesine rağmen bulantılarının kesilmesi bu minvalde verilen örneklerden bazıları. Bu olayların inanan inanmayan herkes için vuku bulduğu düşünüldüğünde buna imanın eklenmesiyle ulaşılacak sonuçların ve elde edilecek faydaların katlanarak artması da izahtan vareste değildir. Müslümanların Allah lafzı, tevhid, tekbir, tahmid gibi ifadelerle zikrederek ya da gönül telini titreten bir sesten Kur’an tilaveti dinleyerek elde ettikleri huzur, tefekkürün devamıyla derinleşir ve sonunda ruhsal yücelmeye ve dünyevi herhangi bir mutlulukla kıyaslanamayacak saadet ve manevi lezzete götürür. İslami tefekkür ile ateist veya çoktanrılı dinlerdeki meditasyonun karşılaştırmasını yapan Bedri, “Dıştan birbirinin aynı olan deniz kabuğu gibi görünseler de birisi nadir bulunan bir inciyi saklar, diğerinin içinde ise sıradan kabuklu deniz hayvanlarının kalıntılarından başka bir şey bulunmaz.” der.
Tefekkür nefislere ağır gelen ibadetlerden biri
Tefekkür, belki de yapılmasının nefislere ağır gelmesi ve çokça ihmal edilmesi sebebiyle İslam’daki en büyük ibadetlerden biri olarak kabul edilen sınırlandırılmamış bir ibadet. Bir saatlik tefekkür altmış yıllık nafile ibadetten üstün tutulmuş. Yalnız İslami tefekkürün manevi yolculuğuna çıkmadan önce Allah’a sağlam ve bozulmamış bir iman ile teslim olmak şartı var. O’nu esmasıyla ve fiilleri ile tefekkür etmek izin dâhilinde iken -tek bir sınır olarak- zatı üzerine düşünmek yasaklanmıştır. Zira Ziya Paşa’nın da dediği gibi “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.” Fakat mahlûkatı ve özellikle Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de üzerine yemin ettikleri üzerine daha derin tefekkürler gerçekleştirmek tavsiye edilmiştir.
Kitabında sahabeden ve birçok hak âşığı kişilerden ibretamiz tefekkür örnekleri veren Bedri, yaptığı alıntılarla, tefekkürün öneminin okuyucuları tarafından idrak edilmiş olmasını diler.
Tefekkür ve derin düşünmenin farklı faktörler sebebiyle herkeste aynı derece ve kuvvette olmayacağını da dile getiren Bedri, bu faktörleri sıralarken en başta “imanın derinliği”ni zikreder. “İman ne kadar güçlüyse, kişinin Allah’ın mülkünü düşünmesi ve varlıkların yaratıcısına sevgi ve minnettarlık gibi ulvi duygular hissetmesi o kadar kolay olur.” der. Yoğunlaşmanın derinliği ve süresi, düşünen insanın duygusal ve zihinsel durumu, çevresel etkenler, kültürün etkisi, tefekkür nesnesi ile ilgili bilgiler, iyi örnek ve arkadaş etkisi, tefekkür edilen şey(ler)in mahiyeti, tefekkür edilen şeye aşinalık tefekkürün derinliğini etkileyen diğer unsurlardır ve bunların da her biri hakkında detaylı malumat verilmiştir.
Müminlerin kalbini en çok etkileyenin, Allah’ın yarattıklarına hükmeden ilahi yasalara dair öğrendikleri sırlar olduğunu düşünen Bedri, tefekkürleri neticesinde bu sırlardan bazılarına vakıf olan mütefekkirlerin saptamalarına da çarpıcı örnekler verir ve bütün bunların neticesinde Müslümanların doğayı, fethedilecek bir düşman olarak değil, değeri bilinecek bir arkadaş olarak gördükleri sonucunu çıkarır.
Düşünme; aklın Kur’an ve Sünnetin rehberliğini kabul ettiğinde iman ve vahiy ışığıyla nasıl aydınlanabileceğini müşahede etmek, beşeri bilimlerin imanı ve manevi değerleri nasıl destekleyebileceğini görmek ve tefekkür ibadetini hak ettiği konumda tutmak isteyenlerin tereddütsüz istifade edebilecekleri bir kitap olarak okunmayı bekliyor.
Kaynak: Dünya Bizim