İnsan kendine karşı çok hoşgörülü, çok toleranslıdır. Kendi sevaplarını, başkalarının ise hatalarını görmeye meyillidir. Bunun için başkasını düşünmek dünyamızdaki birçok dinde, öğretide erdem sayılmıştır. Sosyal aidiyet, insanın tabiatında var olan bu kendini kayırma duygusunu belli bir topluma, millete mal eder. Bir bakıma kişisel bencillik, toplumsal bencilliğe dönüşür. İnsan ilişkilerindeki ve uluslar arası ilişkilerdeki hukuk, işte bu bencilliği dengelemek üzere icat edilmiştir. Fakat insan icadı olan hukuk, tabii olarak insanın temel özelliklerini taşır.
Dünyaya biraz dışından bakmaya çalışınca –bu gayet zor ve genellikle sakıncalı bir iştir-, ulusal veya yerel kültürlerdeki dışlayıcı, ötekileştirici eğilimi fark etmemek pek mümkün görünmüyor. İnsanlar "kendinden" olmayanların hukukunu kolayca göz ardı edebiliyor. Futbol taraftarlığında kendinizi sınayın, nostaljik de olsa tuttuğunuz bir takım varsa onun hatasını görmekte zorlanırsınız. Devamlı rakip takım "faul" yapmaktadır. Sizin takımın başarısı sizi "sinsice" sevindirir. Fanatikler bu duyguyu gizleme gereği duymaz.
Siyasi arenada bu iş daha bir önem kazanır. Artık vatan millet söz konusudur. Rakip siyasi grupların, düşüncenin, hele hele başka ulusların, dinlerin hukukunu gözetmek, çetinler çetini bir iş olur. Tarih boyunca siyasal erk genellikle işin kolayına kaçarak ötekinin hukukunu göz ardı etmiş, onu hakimiyet altına almak için nerdeyse her yolu mübah sayabilmiştir. Aidiyet duygusu içindeki yığınlar da yapılan hukuk ihlallerini azımsama veya yok sayma yolunu tercih etmiştir. Dışlanma tehlikesinin yanında bu elbette daha kolay bir yoldur.
Hakim siyasi yapıya, kültüre aidiyet duyguları olmayan veya zayıf kalanlar, bunu ancak başka bir kimliğe dayanarak yapabilir. İnsan sosyal bir varlık olduğundan, ille de bir yere yaslanma ihtiyacı duyar. Bu öyle olumsuz bir şey de değildir. Aile, akraba, memleket, vatan, millet, insan hayatını şekillendiren, anlam kazandıran ve yaşama zevkini veren olgulardır. Bu anlamda ait olmak çok insani bir durumdur. Kendini bir gruba, topluma ait hissetmeyen insanlar hayattan koparlar ve yalnızlık girdabında mutsuz bir hayat sürerken intihara bile kalkışırlar. Yalnızlık bir bakıma intihardır.
Ben burada daha çok aidiyet duygusunun, adalet duygusuna olan etkilerini irdelemek istiyorum. Aile, parti, kabile, ulus gibi grup oluşumları ister istemez birlikte yaşıyor, alış veriş yapıyorlar, dünyanın sorunları kendi aralarındaki dayanışma duygularını destekliyor, grup kimlikleri pekişiyor. Bunu yaparken kendi gruplarının sınırlarını da oluşturuyorlar. Böylece işler kolaylaşıyor belki de. Dar anlamda kendi grubunuzun dertlerini önemsiyorsunuz, ötekinin dertleri gözünüzde küçülüyor. Rahat ediyorsunuz.
Bugün dünyanın her yanında yaşanan olumsuzluklar, açlık, sefalet ve katliamlar, kapımıza dayanmadıkları için bizim sorunumuz gibi görünmüyor. Bize çok yakın olanlar, bizi de içine çekme tehtidi taşıyanlar, önemli görünebiliyor. Medyaya yansıyan siyasi olaylar, dünyadaki doğal afetler, pek uzağımızda kalabiliyor. Bireysel hayatımızda bizim dışımızdaki insanların yaşadığı olumsuzluklara duyarlı davranamıyoruz. Bizim için sadece haber değeri taşıyor.
Herkesin ötekileri vardır. Bu, insanın çapıyla ilgili bir konudur. Peki, ulus olarak, bölge, şehir, inanç olarak bizim ötekilerimiz kimlerdir? "Dışımızda" saydığımız için önemsemediğimiz, hukukuna gereken özeni gösteremediğimiz insanlar, birey ve gruplar, kimlerdir? İnsanlık düzleminde onlara karşı görevlerimiz nelerdir? Bunları elimizi vicdamıza koyarak cesaretle ele alabiliyor muyuz? Yoksa çevremizde hazır bulduğumuz, içine doğduğumuz baskın / yaygın kalıplardan yararlanarak duyarsız, konformist, oportünist lakin "mutlu" bir hayat sürdürmeye mi bakıyoruz?
Burada adalet ve kayırma duygularının bir karşılaşması söz konusudur. Aidiyetten kaynaklanan sevgiler, saygılar, bizi adalet duygusundan uzaklaştırıyor mu? Kayırmacılığın pençesine düşürüyor mu? Hassasiyetlerimiz, grup asabiyetinin dışına çıkabiliyor mu? "Ötekilere" bakışımız, bu soruların cevabıdır.