İranlı yönetmenler üzerine yıllardır bir çalışma yapıyorum. Bitmiyor, tamama ermiyor. Çünkü Abbas Kiyarüstemi ile tasarladığım uzun röportajı gerçekleştiremiyorum. Ben İran'dan ayrılıyor ve geri döndüğümde ise bir süreliğine yeni bir kitabın başlangıç çalışmalarına gömülüyorum. Kiyarüstemi'yi İran'da bulmak ise zaten kolay olmuyor. Aramızda iletişim kuran fotoğraf sanatçısı Raşit Bey'le bağlantımız kopuyor zaman zaman. Bu röportaj için Kiyarüstemi ile Tahran'daki evinde yaptığımız ön görüşmede, 2008 yılının Ocak ayı için sözleşmiştik; neredeyse bir yıl olacak. Hiç olmazsa bu yıl nihayete ermeden röportajı gerçekleştirmeyi umuyorum.
İranlı yönetmenler arasında yıllardır çalışmalarını izlemeyi önemsediğim isimleri şöyle sıralayabilirim: Abbas Kiyarüstemi, Mecid Mecidi, Rıza Mirkerimi, Ahmet Rıza Derviş, Tehmine Milani, Rahşan Beniitimat, (rahmetli) Şehriyar Parsipor, kısmen de olsa Behram Beyzayi... Muhsin Mahmelbaf, 'devrim sineması'nın aktörüydü; ve fakat 90'lı yıllardan itibaren yaptığı filmlerde kamerasını ülkesine Batı film festivallerinin talepleri açısından tutmaya başladığı için listemde yer almıyor.
Bugünkü yazımda özellikle Kiyarüstemi üzerinde durmak istiyorum.
Kiyarüstemi, çizgisini devrimden önce başlatmış, devrimin sinema alanında kurduğu yeni atmosferin gerektirdiği kurallardan da olumsuz anlamda etkilenmeyerek çalışmalarını sürdürebilmiş bir yönetmen. Çünkü filmlerinde yeni İran sinemasının dışladığı erotik sahnelere ve şiddete zaten yer vermiyor. Seyirciyi filmine çekmek için hilelere baş vurmasına gerek yok. Fazlasıyla özgün ve verimli bir yönetmen o zaten. Gerçi filmlerinin ülkesinde gişe rekorları kırdığını söylemek mümkün değil, fakat o zaten böyle bir üslubu seçmiş. Hiç bir filmi diğerine benzemiyor. Medyatik olmaya karşı bir tepkisi var. Kazandığı ödüllerin şımartmadığı büyük bir usta o, kuşkusuz. Başarı onu daha fazla eksiklerini sorgulamaya ve 'kendini bilmeye' sürüklüyor olsa olsa.
Kiyarüstemi sadece sinemayla da sınırlamıyor çalışmalarını. Şiir yazıyor, fotoğraf çekiyor, sergiler açıyor. Son birkaç yıl içinde Hafız ve Sadi'den seçtiği mısraları yorumladığı iki kitabı yayınlandı. Bir ayağıyla sıkı sıkı kendi kültürüne bağlı, diğer ayağıyla ise evrensele açılan bir ufka sahip olabilen saf bir sanatçı o.
Kadın, filmlerinde kahraman olmazdı da doğaçlama olarak yer tutardı Kiyarüstemi'nin; bu yıllarca böyle sürdü. Belki bu bağlamda aldığı eleştiriler yüzünden, "On" filmini yaptı sonunda. Geçen gün Suavi Kemal Yazgıç'la söyleşiyorduk MSN'de. Yazgıç "On"u seyretmiş. Film, anne ve babası ayrı olan çocuğun, anne ve baba arasında bölünen yaşantısını konu alıyor. Anne ve çocuk arasındaki diyalogların tabiiliği dikkatini çekmiş, küçük bir kız çocuğunun, Ayşe'nin babası olan Yazgıç'ın. On'da anne ve oğul arasındaki diyaloglar hem tabii, hem de tamamen günümüzün ifadelerine yaslanıyor. Kiyarüstemi zamanını asla şaşırmayan, zamanı konusunda yanılmayan bir sanatçı.
Gelelim yönetmenimizin, ismi başlangıçta 'Ağlamak' olarak konulmuşken, sonraları "Şirin" e dönüşen ve muhtemelen üç kuşaktan kadın oyuncuyla çekilmesi nedeniyle uzun bir süreçte seyircinin karşısına çıkabilen son filmine.. Film, Nizami Gencevi'nin Şirin ve Hüsrev'inin postmoden bir uyarlaması. Bu yeni yorumla verilmek istenen bir tema, Sasani Hükümdarı II. Hüsrev'in başına geçen hadiselerden esinlenilmiş, Firdevsi'nin Şehname'sinde de gerçeğe en yakın haliyle yer etmiş, fakat geçen zaman içinde bir efsane niteliği kazanmış olan eserdeki hikayenin, modern ve postmodern dönemlerde de sürüyor oluşu. Fakat filmin kahramanları Şirin, Hüsrev, Mehin Banu ve Ferhat değil de İran sinemasının süperstarları. Bu süperstarlar rol yapmıyor, filmde kendileri olarak bulunuyorlar. Kiyarüstemi'nin onlardan beklediği, dilden dile dolaşan, sözle ifade edilen, defalarca filmi çekilen bir efsaneyi dinlerken aşk, neşe, şaşkınlık ve merak gibi duygular karşısındaki tepkilerini izleyiciye iletmeleri. Yönetmenin böylelikle hem şifahi hem de görsel alanda mevcut kalıpları, çok iyi bilinen bir efsane kanalıyla kırmaya çalıştığı söylenilebilir. Çünkü sinema ve sanat konusunda klişelerle düşünen bir zihin için 'Şirin', en fazla birkaç cümleyle anlatılabilecek bir hikayedir. Belki yalnız Kiyarüstemi sinemasını iyi tanıyan bir seyirci, bu filmin İran sinemasına üç kuşak boyunca emek vermiş onlarca kadın oyuncunun Hüsrev ve Şirin (ki bizde daha ziyade Ferhat ile Şirin olarak tanınıyor, bu hikaye) efsanesini dinlemeleri sırasındaki tepkilerine yoğunlaştığını, bu tepkilerdeki ortak dili yakalamaya çalıştığını kavrayacaktır. Seyirci, Ermeni melikesi Mehin Banu, Hüsrev, Mehin Banu'nun yeğeni Şirin ve Ferhat'la, efsaneyi anlatan kadın sanatçı yoluyla bağlantı kuruyor; ama amaçlanan bu değil. Efsanenin, anlatıcının sesinin oyuncuların yüzünde oluşturduğu etkilerle canlanmasını hedeflemiş olmalı yönetmen.
Sinema eleştirmeni Ahmet Mir İhsan'ın ifadesiyle, sanki bu yıldızların gözleri filmi seyrederken, seyretmeyi oynuyor ve biz seyirci olarak bu gözlerin aynasında sayısız kadının hasretlerini, acılarını, mutluluklarını, trajedilerini ve Şirin'le bütünleşen endişelerini izliyoruz. Belki de kendi Hüsrev'lerini dinlemekte bu kadınlar ve belki de sinemadır onların Hüsrev'i (veya Ferhat'ı). "Oyun içinde oyun, ya da oyun içinde gerçek. Sanki içinde yaşadığımız dünyada bu trajedi defalarca tekrarlanmıyor mu?" (Ahmet Mir İhsan, Eleştiri Yoksulluğu-Abbas Kiyarüstemi'nin 'Şirin'ine Bir Bakış, Kargozaran gazetesi, 5 Kasım 2008 (15 Aban 1387)
Kiyarüstemi, canlandırdıkları karakterlerin hayatındaki acıları ya da trajediyi seyirciye iletmeyi başarmış kadın oyuncuları, yıllarca kimbilir ne kadar çok kadını, ve belki ne kadar çok erkeği ağlatmış olan bir efsaneyi dinlemek üzere aynı filmde biraraya getirmiş.
Bu güne kadar sinemada sadece bir karakteri canlandırırken görülen oyuncular, şimdi bir efsaneyi dinlerken yüzlerinde ve gözlerinde oluşan ifadelerle, gözlerinden akan yaşlarla, bu efsanenin yeniden tasvirine katılıyorlar.
Kadınların gözyaşları çoğu kez melodramları seyrederken de ansızın boşalabilir.
Gözyaşlarımız bazen siyasal yorumcularca hiç mantıklı bulunmayan nedenlerle de akmaya başlar. Mesela, ABD'de Obama'nın cumhurbaşkanı seçilmesi sırasında, bu seçimin aslında büyük bir kurgunun bir parçası olduğu gerçeğini pek dikkate almadan, baba tarafından Kenyalı olan bir melezin, annesi beyaz ırktan olsa da muhtemelen siyahiliğin acılarını yaşamış olan mücadeleci ve çalışkan bir insanın hayatının sunduğu nice sahneyi izlerken, bu sahnelere zencilerin asırlardır Amerika kıtasında yaşadığı tarif edilemez acıların ve onları kimliksiz kılmaya dönük baskıların hatta katliamların hikayelerini de ekleyerek, ezilen ve zulüm gören insanlar için bu dünyada da mutlaka birgün yaşadıklarını kısmen ve sembolik bir şekilde de olsa ödünleyecek bir kapının açılacağına ilişkin bir hisle, gözyaşlarımızı tutamamış olabiliriz.
Filmleriyle seyirciyi ağlatan kadın oyuncular da yüzlerce yıldan bu yana çeşitlenerek bölge halklarının bilincinde yer etmiş acıklı bir aşk hikayesini dinlerken, rol yapmak için değil de, sıradan bir dinleyici gibi, kendilerini, Rum hükümdarının torunu Şiruye'nin Şirin'i elde etmek için öldürttüğü Hüsrev'in tabutu başında canına kıyan Şirin'in yerine koyarak, sahici göz yaşları döküyor olamazlar mı?