Tarihî Ankara’nın merkezindeki Hıdırlık Tepe’ye (Cebel-i Arap, Hızır-İlyas Tepesi) de denir. (1) Buraya Büyükşehir Belediyesi tarafından Kars’taki “ucube” (!) ikizleri andıran 65,5 metre yüksekliğinde iki tane direk dikildi. 65 sene ay ay düşünseniz bu dikilitaşlara anlam verip çevresiyle uyumlu bir eser halinde yorumlamak mümkün değil. Cebel-i Arap denmesi ünlü Arap şairi İmru’l-Kays’ın mezarının bu tepede olması sebebiyledir.

Hıdırlık Tepe 1

Anıt, Kars’taki ucube (!) anıt gibi muhitin tarihi dokusuyla uyumlu değil. Zira alan baştan başa bir sit alanı. Bir alandaki tarihi eserleri yok edip yeni eserler dikmek orayı sit alanı olmaktan kurtarmaz. Ankara Kalesi gibi Hıdırlık Tepe de Roma, Bizans, Emevî, Selçuklu ve Osmanlıdan kalma kadîm hisar izleri taşımaktaydı. Bunların resimlerini yüzyıllar önce çizen Avrupalı ressamların eserleri Hollanda’nın Amsterdam Rijks Müzesinde sergilenmektedir. Tarihten izler taşıyan bu alana yanı başındaki Ankara Kalesi ile uyumsuz bir dikey anıt dikmek hangi mantığın eseridir?

Aynı zihniyet Kars’ta da, Hasan Harakani’nin yamacına benzer şekilde Kars’ın tarihi dokusu ile uyuşmayan insan şeklinde bir çift taş dikmişti. Biz bu dikilitaşların ne anlam ifade ettiğini anlamasak da akademi dünyamızdan (Heykeller hakkında 787 doktora veya yüksek lisans tez çalışması yapılmış) Ankara’daki ikiz dikilitaşlar hakkında da yarın heykelcilik kültürünün bütün kavramlarından yararlanılarak akla ziyan yayınlar yapılacak ve betondan yapılmış böyle dikdörtgen ve modern bir anıt için sit alanının uygun olmadığını kimse dile getirmeyecektir. Hatırlanırsa bir zamanlar Hacıbayram Camiinin önü de tarihi doku ile uyumsuz seranit seramiklerle kaplatılmıştı. Sonra sanat çevrelerinin eleştirileri üzerine yeniden dokuya uygun çevre düzenlemesi yapılmıştı.

Son zamanlarda özellikle sözkonusu projenin maliyetleri konusunda yükselen eleştiriler üzerine Büyükşehir Belediyesi bir açıklama yapmak zorunda kaldı ve bu projenin “Şehitler Şükran Anıtı” olduğu ve anıta Çanakkale Savaşındaki şehitlerle diğer bütün cephelerde çarpışırken şehit düşmüş askerlerimizin isimlerinin yazılacağı bildirildi.

https://www.ankara.bel.tr/haberler/100-yil-sukran-aniti-ve-sehitler-aniti-ile-ilgili-aciklama-17974

Açıklama Bakü’deki “Şehitler Anıtı”nı akıllara getirdi. Azeriler şehitlerine dua edilmesi için caddenin başlangıç noktasına bir cami yaptırmışlar.Ama bizim Şehitler Atınında cami yok.

Ankara Büyükşehir Belediyesi açıklamasında;

* Kültür teras bahçeleri,

* Kent arşivi ve taş müzesi,

* El sanatları alanları,

* Uluslararası gençlik kampı,

* Amfi alanı,

* Hıdırellez Ateşi Seyir Terası’yla Endemik bitkilere dahi yer verilmesine rağmen projede şehitlere birer dua okumak için bir camiye yer verilmemesi manidardır. Doğrusu Alman gezgin dahi o tepeye çıkmadığına göre orasının Keçiören Belediyesinin önündeki şelaleler gibi birkaç tanker su ile devr-i daim yapan bir yeşil mesire alanına dönüştürülmesi daha uygun olacaktır.

Bir önceki Ankara Belediye Başkanı ise bu mekâna, miadını doldurmuş bir dev uçak konuşlandırmayı söylemişti. Uçak da o dokuya uyum sağlamadığı için gerçekleştirilmedi. Ancak, oraya bir uçak kondurulsaydı çocuklarımıza sinek gibi havada uçarken bulutların arasına dalıp kaybolan nesnelerin bu dev varlıklar olduğunu rahatlıkla anlatabilirdik. Bunda çocuklar zararlı çıktı. Öte yandan, Anka Park Projesinin işletilememesinden de yine çocuklarımız olumsuz etkilenmişti. [Anka Park’ta yaklaşık 800.000.000 dolarlık malzemenin çürümeye terkedilmesini anlamak mümkün değil. (Halk arasında şüyuu vukuundan beter bu dev rakam çokça zikredilmektedir) Söz konusu kamu zararıyla 81 ilimize birbirinden güzel park ve dinlenme tesisleri yapmak veya bir milyon öğrenciye burs vermek mümkündü. İlgili bakanlığın (Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı) bu uygulamaya müdahale etmemesi veya özel bir işletmeye devretmemesi de ilginç].

Yazımızın konusu, sit alanı olarak bilinen Hıdırlık Tepe’ye estetikten mahrum Şanlı Urfa’daki Hz. İbrahimin ateşe atıldığı mancınık direkleri gibi iki taşın ne maksatla dikildiğini sorgulamak olduğu için Anka Park konusuna girmeyeceğiz.

Tarihî kitaplar, seyahatnameler ve Ankara’ya ait vakfiye ve tahrir kayıtlarında Hıdırlık Tepe’nin geçmişine baktığımız zaman burada eski bir Roma kabristanı olduğu ve zirvesinde de dikdörtgen tarzında bir anıt bulunduğu, örneği aşağıya alınan 1555 tarihli eski gravürlerden anlaşılmaktadır. 1930 tarihinde çekilmiş fotoğraflarda ise tepede kubbeli bir türbe görünmektedir. Dikdörtgen biçimindeki anıtın ise Cahiliye dönemi Muallaka şairlerinden 540 tarihinde Ankara’da ölen İmru’ul-Kays’a ait olduğu tahmin edilmektedir. Kubbeli yapının ise Hacıbayramı Veli’nin talebelerinden Hatip Ahmed Isfahanî’ye ait olduğu, keza vakıf kayıtlarından anlaşılmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Ankara’nın Emeviler tarafından fethine kadar bu tepede Bizans Kralı (Jüstinyen) tarafından yaptırılan İmru’ul-Kays’a ait bir heykelin var olduğu ve fetihten sonra kaldırıldığı anlatılmaktadır. (Kaynak: Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi tarafından 2024 senesinde düzenlenen İmru’ul- Kays Sempozyum bildirileri). Bir başka kaynakta ise İmru’u-Kays’ın yakışıklı olduğu Bizans Kralının kızı ile evlendiği bildirilmektedir.

Rivayete göre, İmru’ul-Kays 540 tarihinde Ankara’nın Elmadağ yakınında vefat ederken cenazesinin bu tepedeki kabristana defnedilmesini yanındakilere söyler.

Kültürümüzde İmru’ul-Kays denilince sadece Cahiliye dönemi Muallaka şairi akla gelir. Oysa bu zat aynı zamanda bir devlet başkanıdır ve babası, Esedoğullarından Munzir b. Mâu’s-Semâ el-Lahmî tarafından öldürülünce Kahtanîlerin Kinde hükümdarlığını yürütür. İstanbul’a gelir ve babasının intikamını almak için Bizans Kralı Jüstinyen’den asker ister. Ancak babasını katleden Esedoğullarından Tammah isimli zat İmru’ul-Kays’ı Jüstünyen’e gammazlar ve bilahare İstanbul’dan ayrıldıktan sonra Jüstinyen tarafından İmru’ul-Kays’a zehirli bir kaftan hediye olarak gönderilir. Yolculuk sırasında terleyince bu pelerindeki zehir vücuduna sirayet eder ve cildinden yaralar açılır. Elmadağ’da acılar içinde bu olayı anlatan şiirleri inşad ede ede can verir. Aşağıya aldığımız şiir tercümelerinde Ankara’nın ve Tammah’ın ismi sık sık geçmektedir. (2)

İmru’ul-Kays’ın Ankara’da defnedildiğiyle ilgili bilgiler onun şiirleriyle bağlantılıdır. (4)

Adıgeçenin ölümü şu şekilde zikredilmektedir: “İmruu’l-Kays Bizans’a vardığında, krala, ben Araplara hükmeden bir ailenin müntesibiyim. Kendilerinden daha şerefli olduğumuz bir topluluk bizi yendi, dedi. Kral, sizi hezimete uğratan kim, diye sorduğunda, Munzir b. Mâu’s-Semâ el-Lahmî isminde biridir. Ben, senin sayende Allah’ın bize aynı hükümranlığı vermesi için geldim. Biz Araplar içinde hükümdarlık süren bir aile idik. Kendilerinden daha üstün olduğumuz kimseler bu hükümdarlığı elimizden aldı, diye cevap verdi. Bizans kralı onun fesahatına, yakışıklılığına ve aklının olgunluğuna hayran kalır. Ona değer verir, kendisine yakın kılar ve kızıyla evlendirir. Ona yardım edeceği sözünü verir. Bizans kralının yanında o esnada Esed kabilesinden et-Tammâh isminde bir adam vardır. Kralın İmru’u’l-Kays’ı kendisine yakın kıldığını ve değer verdiğini görünce onu kıskanır ve krala, İmruu’l-Kays’ın kendisine zafere ulaştıktan sonra Bizans kralını öldüreceğini ve onun yerine yönetimi devralacağını söyler. Bunun üzerine kral, yaptığımız onca iyiliklere karşı bize reva gördüğü bu mudur, der. Onunla (Tammah’la) birlikte bir askeri birlik gönderdikten sonra peşinden bir adam gönderir ve kendisine verdiği zehirli elbiseyi İmruul-Kays’a vermesini ve bu elbiseyi daha önce kralın giydiğini ve kendisine hediye ettiğini, sıcak suyla yıkandıktan sonra giyebileceğini söyler. Adam İmruu’k_Kays’a Ankara’da yetişerek elbiseyi sunar. İmru’ul-Kays elbiseyi giydikten bir müddet sonra derisi dökülmeye başlar. Bunun üzerine şu beyitleri söyler:

لقد طَمَحَ الطّمّاحُ من بُعد اَرْضِهِ لِيُلْبِسَنِي من دَائِهِ مَا تَلَبّسَا

و بُدّلْتُ فَرْحاً دَامِياً بَعْدَ صِحّةِِ و بُدّلْتُ بِالنّعْمَاءِ وَالْخَيْرِ اَبْوُسَا

eTammâh uzak yurdundan çıkarak bir hastalık getirdi,

bir hastalık ki çaresinini bulmakta tabibler aciz kaldı.

Sıhhatli biri iken benim kanayan yaralarım oldu ve şimdi iyiliklerin yerini kötülükler aldı.

Abbasi Halifesi Me’mun, Ankara’yı fethettikten sonra orada İslâm öncesinin büyük şairi İmru’ul-Kays’ın bir heykelini bulur. İmru’ul-Kays, Ankara’da Asîb Dağı’nın eteğinde bu şehirde daha önce yaşayan bir prensesin mezarının yanında defnedilmişti. İngiliz asıllı Arkeolog ve Osmanlı Tarihçisi Frederick William Hasluck, bu prensesin mezarının Ankara (Valiliği) Meydanı’nda bulunan Julian Sütunu olduğunu söylemektedir. (3).

Belkıs Minaresi

İmru’ul Kays’ın Ankara’da söylediği son şiirlerini yazımızın sonuna ekledik.

***

Hıdırlık Tepe’de kain İslam öncesi tarihi türbenin yok edilmiş olmasının 677 sayılı türbe, tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunu ile yakın bir ilgisi olduğu için bu Vehhabîce uygulamalardan İslam’ın zuhurundan önceki cahiliye şairlerinin mezarları da nasibini aldı. 1930 tarihinde var olan Ahmed Hatip Türbesinin 1950’lerde ortalıkta yok olması bu iddiayı teyit etmektedir. 1485 sene sonra gücü ele geçirenler, cahiliye şairinin mezarını da tereddüt etmeden yok olmaya mahkum etmişler. Acaba, o kanunu çıkaranlar Hıdırlık Tepe’sindeki mezarın Bizans Kralının damadı İmru’ul-Kays’a ait olduğunu bilselerdi tahrip ederler miydi?

Tahrir Defterlerinin yansıra yabancı seyyahların seyahatnamelerinde de Ankara hakkında detaylı bilgiler verilmektedir. Mesela, 1555 tarihinde Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle bütün seyahat masrafları Osmanlı hazinesi tarafından karşılanan ve yaklaşık 80 kişi ile Anadolu’yu gezen Alman asıllı Elçi Hans Dernschwam’ın, Türkçeye çevrilen “İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü” isimli kitabında, Ankara’yı geniş bir şekilde anlatırken bir de gravür tarzında Hıdırlık Tepe’yi de içine alan bir çizimle Ankara’yı tasvir etmiştir. Hans Dernschwam, kitabında, özellikle Roma eserlerine geniş yer vermiş ve Hıdırlık Tepe’de de dikdörtgen tarzında bir anıtın var olduğunu çizmiştir. Elçi, Hıdırlık Tepe’ye çıkmamış ancak siluetini çizmiştir. Şöyle diyor:

Üzerinde kalesiyle uzun ve yüksek surları bulunan bu dağın [Kale Tepe (Ankara Kalesi)] tam karşısında aynı şekilde yüksek bir dağ [Hıdırlık Tepe] daha var. Bu dağın üstünde de sur ve kale kalıntıları görülüyor. Burası da vaktiyle bir hisar imiş ve bu kalenin ve aşağıda akan derenin [Hatib Çayı] korunması için etrafı tahkim edilmiş. Yukarıda bahsi geçen ve birinin üzerinde kale, diğerinde de sur kalıntıları bulunan iki dağın arasından oldukça büyük bir dere [Hatip Çayı] sert ve hızlı akıyor. Bu derenin üzerinde ve her iki dağın eteğinde birinden diğerine geçebilmek için iri kare taşlardan yüksekçe çok sağlam yapılmış müstahkem bir derbent [Roma Su bendi] var. Bu geçidin üzerinde üç kule bulunmakta. En alttaki kulenin altından şimdi dere akıyor.” (5)

Gravür

Yabancı seyyahlardan William Francis Ainsworth da 1842 tarihinde Hıdırlık Tepe’yi anlattığı yazısında; tepede Zeus Tapınağı kalıntılarına rastladığını anlatmaktadır. Adıgeçen, Zeus Tapınağı’nın kalıntılarını gördüğünü; fakat “büyük taşlarla inşa edilmiş bir dikdörtgen yapıya ait olduğu anlaşılan kalıntıların yerinde, o gün itibariyle bir ziyaretgahın (türbenin) var olduğunu belirtir. (6)

Hıdırlık Tepe hakkında saha araştırmaları yapıldığında o alanın Ankara Kalesinin yamacında benzer tarihi bir mekân olduğu, kale ile hisar tepe arasında ismini Hatip Ahmed Isfahani’den alan coşkun bir dere aktığı (Hatip çayı), bütün bu yazılı kaynakların anlatımına göre Hıdırlık Tepe’nin sit alanı olması gerektiği anlaşılmaktadır.

***

Öte yandan, 1962 senesinde Irak Hükümeti Türk Şairi Fuzuli’nin Bağdat’taki kabrinin onarımına mukabil Hıdırlık Tepe’deki İmru’ul-Kays’ın türbesini onarmak veya yerine bir türbe yapmak ister. Fakat bu iş sürüncemede bırakılır. (Kaynak: Abdulkadir Erdoğan, Ankara Şehir Tarihçisi, İmru’ul-Kays Sempozyum bildirisi). Ülkemizde 1962 tarihinde bir askeri rejim vardı ve üç dilden divanı olan Türk Edebiyatının ünlü şairi Fuzuli’yi anlayacak ve ona sahip çıkacak bir yönetim kadrosu maalesef o zamanlar iş başında değildi. (Doğrusu “Kerbela” kelimesiyle biten bir sayfalık mersiyenin yazarı Fuzuli’nin mezarının Bağdat’tan Basra’da Hz. Ali’nin türbesinin haziresine nakledilmesi çok uygun olacaktır. Bu nakl-i kubur işini yapsa yapsa TİKA yapar).

***

Netice itibariye, delil niteliğindeki bu kadar bilgilerden sonra Hıdırlık Tepe’deki dikilitaşlar hakkında şu ifadelerle yazımızı tamamlamak mümkündür: Bu kule-anıt İmru’ul-Kays’ın mezarının bulunduğu alana yapılmıştır ve adıgeçen şairle herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü 1962 de bu şairin mezarının ortaya çıkarılması teklifi sürüncemede bırakılmıştır. Yoksa bu anıtsal kuleler William Francis Ainsworth’un dile getirdiği Zeus Tapınağını mı sembolize etmektedir? Veya Hans Dernschwam’ın resmettiği kuleler midir? Söz konusu ikiz kulelerin tamamlayıcı unsurlarında milyonlarca şehit ismi yazılacak olmasına rağmen bir mescidin bulunmaması şaşılacak bir durum değil midir? Sit Alanına dikilen bu iki anıt direk neyi sembolize ediyor? Bu kadar tarihi bilgi ve görüntülere rağmen, Anıtlar Kurulu’nun tarihi alana böyle bir proje için onay vermesini anlamak da mümkün değil. Birisi bu soruları cevaplandırırsa müteşekkir olacağız. Sahi Hıdırlık Tepe’ye dikilen beton kuleler, Urfa’da Hz. İbrahim’i ateşe atmak için dikilen mancınık direkleri (veya fal okları için dikilmediğine göre) neyi sombolize ediyor.

(1) Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 531 Numaralı Hurufat Defteri, s.110

Bu yükseltiye Cebel-i Arab (Arab Dağı) adının verilmesi İmru’lKays’ın mezarının bu tepe üzerinde bulunduğunu desteklemektedir.

(2) Clive Foss, “Late Anrique and Byzantine Ankara”, Dumbarton Oaks Papers, Vol. 31,1977, s. 77; İbn Haldun, Kitabu’l-İber ve Dîvanu’l-Mübtedâ ve’l-Haber fî Eyyâmi’l-Arab ve’l-Acem ve’l-Berber ve min Âsârihim, Kahire/Beyrut: Dâru’l-Kitâb el-Mısrî, Dâru’l-Kitâb el-Lübnânî, C. III, 1999, s. 573; Yakut el-Hamevî, Mu’cemu’lBuldân, Beyrut: Dâr Sâdır, 1977, C. I, s. 271; Avram Galanti, Ankara Tarihi I-II, Çağlar Yayınları, Ankara 2005,

(3) Frederick William Hasluck, age, s. 713

(4) Hasluck, age., s. 713; şiir için Bk. Yakut el-Hamevî, C. I, s. 271; Güray Kırpık-Hasan Akyol-Abdülkerim Erdoğan- Ali Kılcı-Mevlüt Çam, Şehr-i Kadîm Ankara, C: 1, ABB Yayınları, Ankara 2015, s. 122

(5) Hans Denshwam, İstanbul’dan Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, (Çev: Y. Önen), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1987

(6) 13 William Francis Ainsworth, Travels and Researches in Asia Minor, Mesopotamia, Chaldea, and Armenia, Vol. I, London 1842, s.133

(7) El-ʻAvtebî, Seleme b. Muslim es-Suhârî, el-Ensâb, nşr. Muhammed İhsân en-Nas, 4. bas., (Maskat: Vizâretu’tTurâsi ve’s-Sakâfe, 2006), I/417-418.

Evliya Çelebi

Hatib Ahmed Isfahanî’nin Hıdırlıtepe’deki kabri 1930

Evliya Çelebi buradan “Hazret-i Hızır ziyaretgâhı” diye bahseder. Burası, İslâmiyet’in yayılmasında önemli payı olan alp erenler veya gazi erenlerden bir velînin türbesi olmalıdır.

İmru’ul Kays’ın Ankara’da söylediği son şiirleri:

. İz bırakan nice darbe ve kan akıtan gözler yarın Ankara’da geride kalacak.

Dilimdeki fesâhat ve eşsiz şiirlerim, kan akıtan gözlerim ve yudumladığım nice içkim / Belki de yarın bu mekânda, Ankara’da gömülecek

Her darbede bıraktığım yara izleri, kan akıtan gözlerim

En güzel şiirlerim, yarın Ankara’da kalacak.

Her darbede bıraktığım yara izleri, güzel sözlerim

Kandan akan gözyaşlarım ve en güzel kasidelerim, Yarın Ankara’da geride kalacak.

Şairin Ankara’da söylediği rivayet edilen diğer beyitler, yine ölümünden hemen önce Ankara’da söylediği beyitlerdir. Rivayete göre yakınındaki mezarda kimin yattığını sormuş, “krallardan birinin kızına aittir” cevabını alınca aşağıdaki beyitleri söylemiş ve öldükten sonra da bu mezara yakın yere gömülmüştür:

Ey komşum mezar yakındır bana ve Asib Dağı’nın olduğu yerdedir

şimdi benim yurdum Ey komşum her ikimiz de yabancıyız burada ve

her yabancı yakın olur başka bir yabancıya.

Bu beyitler İmruu’l-Kays son beyitleriydi. Rivayete göre Hz. Ömer’e bu iki beyit okunduğunda çok beğenmiş ve keşke iki değil de on beyit olsaydı da elimde ne var ne yok feda etseydim, demiştir. Aynı beyitler üç beyit artırılmış olarak şairin divanında şu şekilde geçmektedir:

Ey komşum dönüp dolaşıp bulur bizi musibetler ve ben Asib Dağı’nın olduğu yerdeyim şimdi.

Ey komşum her ikimiz de yabancıyız burada ve her yabancı yakın olur başka bir yabancıya.

Bize ulaşırsan şayet aramızda yakınlık olur, ayrılıp gidersen yabancı yine yabancı kalır.

Ey komşum geçip giden geri gelmez artık ve gelecek olan bir gün mutlaka gelecektir.

Yabancı kimse yurdundan uzak olan değil, lakin toprağın altında olan kimse yabancıdır.

İmru’ul-Kays’ın Ankara’da inşad ettiği kasidelerden biri de es-Siniyye isimli kasidesidir. Bu kasideyi Ankara’da ölümünden önce söylediği farklı kaynaklarda zikredilmektedir. Söz konusu kasidenin beyitleri şu şekilde olup vücudunun her tarafını yaralar kuşattığında inşad etmiştir:

Ases denen şu kadim mekâna gelin, orada ben sanki sağır bir mekân ile konuşmaktayım.

Yurdun ahalisi eskisi gibi olsa idi, öğlen vakti ya da gecenin bir vakti dinlenirdim yanlarında.

Tanımazdan gelmeyin beni, bahar mevsiminde Ğavl ve Elas’a gelirdi bu yurdun ahalisi.

Görürsün ki uyku görmez gözlerim ve bu halim beni geceleri gözüne uyku girmez hale getirir.

Gecenin bir vakti ulaştı bu hastalık ve tekrar hasta olmaktan korktuğum bir zamanda yine ulaştı bana.

Nice muhtaç kimseye yoldaş oldum, yardım edip savundum ta ki rahata kavuştu ve nice günler yürüyerek güzel körpe kızlara vardım.

Sesimi duyup gelir o kızlar, annelerinin sesini duyduklarında hızlıca yanına varan yavru develer gibi.

Bilirim ki bu kızlar malı az olanı da yaşlandıktan sonra sırtı kamburlaşan kimseyi de sevmezler.

Ben ki hayatın musibetlerinden korkacağımı bilmezdim ki şimdi elbiselerimi giyemeyecek kadar takatsiz biriyim.

Bedenim bir defada ölseydi keşke, gel gör ki bedenimi bir hastalık kapladı ve pare pare düşüp ölmekte şimdi.

Sıhhatli biri iken kanayan yaralar kuşattı bedenimi,

Ölümüm bile şimdi bir ümitsizliğe dönüştü sanki.

et-Tammâh uzak yurdundan çıkarak bir hastalık getirdi,

bir hastalık ki tabipler aciz kaldı bulmakta çaresini.

Her yokluktan sonra zenginlik olsa ve yaşlılıktan sonra uzun ömür ve giyinme imkânı olsa keşke.

İmru’ul-Kays’ın Ankara’da inşad ettiği kasidelerden biri de bedenini kuşatan yaraları gördüğünde söylediği şiirlerden biridir. Şair, söz konusu beyitlerinde şunları söylemektedir:

Kimindir uzun zamanın geçmesiyle eskiyen ve izleri silinmiş olan bu metruk diyar. Bazen görürsün yaraların kuşattığını beni, eklem iltihabına düçar olmuş hasta misali.

Öyle yaralar ki giyilmediği halde eskiyip püskümüş bir cüppeyi andıran bir elbise içinde bıraktı beni.

Yedi meşhur muallaka arasında ilk sırayı alan uzun kasidesine iki kişiye hitapla başlaması, arkadaşlarını durdurup sevgilisinin göç ettiği yerde yok olmaya yüz tutmuş izler ve kalıntılar önünde kendisiyle birlikte ağlamaya davet etmesi İmru’u-Kays’tan kalma bir gelenektir.

Not: İmru’ul-Kays’ın Ankara ile ilgili şiirlerinin bu tercümeleri Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümünden Doç. Dr. Ahmet ABDÜLHADİOĞLU’nun 2024 tarihinde Ankara’da düzenlenen “İmru’ul-Kays Sempozyumu”nda sunduğu nadide bilgi ve kaynaklar içeren tebliğinden alınmıştır.