Türkiye’de süren kimlik sorunu konusunda farklı analizler, birbiriyle çelişen görüşler var. Yatay manada düşündüğümüz zaman bir kimlik sorunundan söz etmek güç görünüyor; Kars’tan Edirne’ye veya Sinop’tan Antalya’a kadar toplumsal zeminde veya coğrafya üzerinde yaşayan insanların böyle bir sorunu yok. İnsanları şu veya bu ölçekte bir arada tutan, kökü1400 yıllık geçmişe dayanan bir irfan vardır; Türk, Kürt, Arap, Çerkez, hepsi Allah’ın kuludur. Hepsi bilir ki yegane üstünlük Allah katında takva ile ölçülür. Nitekim bu ülkede 9 milyon civarında farklı etnik gruptan kadın ve erkek birbiriyle evlidir. Şu halde maddi cevhere dayalı kimlikler, ırk veya etnik köken, toplumsal çatlamalara sebebiyet verecek düzeyde sorun teşkil etseydi bu evlilikler hem olmaz, hem sürmezdi.
Dikey manada düşündüğümüz zaman ciddi sayılabilecek bir kimlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu neredeyse tümüyle devletle toplum ve modern bakış açısına bağlı olarak aydınlarla toplum arasındaki gerilimden kaynaklanmaktadır. Toplum kendi tabii halinden memnun iken, araya devlet ve aydınlar girdiğinde sorun ortaya çıkmaya başlamakta, süreç içinde toplum da kendi iç ahengini bozmaktadır.
Toplum, kendi içinde farklılıklarını muhafaza eder, somut-maddi veriler elde yoksa da herkes en azından kendisinin başkalarından, başkalarının da kendinden farklı olduğunun idraki içindedir. Devlet ise, bilgi düzeyinde dahi farklılıkların belirginleşmesine izin vermez, çünkü eşit yurttaşlık gereği, farklılıkların kamusal alanda kendilerini ifade etme taleplerinden çekinir.
Neredeyse kuruluştan bu yana farklı kimliklerin gerçekçi dağılımını ortaya çıkaracak kamuoyu araştırması yapılmasına izin verilmemesini buna bağlayabiliriz. Bu konudasiyaset bilimcileri arasında iki görüş var: Bir kısmı, kimlikler araştırılmaz, zaten olması gereken bir toplum vardır, toplum bütün kimlikleri –din, mezhep, etnisite-kavim, sınıfsal- kendi içinde eritmiş bulunmaktadır, nihayetinde toplumu toplum yapan ana unsur budur. Toplum, bir mozaik olarak düşünülmelidir; farklılıkları belirginleştirmeye matuf araştırmalar çatışmaya sebep olur. Bu görüşü daha çok Fransız cumhuriyetçi kanattan gelenlerin savunduğunu söyleyebiliriz. Fransa’da, 1870’den bu yana, din ve etnik kimlik temelinde herhangi bir nüfus sayımı veya araştırma yapılmamıştır.
Demokrat kesimde yer alanlar ise, toplum konusunda daha sağlıklı bilgilere varmak, daha tutarlı, doğru, iktisadi ve sosyal politikalar tespit etmek için araştırmalar yapılması gerektiğini savunurlar. Türkiye Cumhuriyeti’nde de en son 1965 yılında -nüfus sayımında- anadil sorusu soruldu. O günden sonra din, mezhep ve anadille ilgili sorular sorulmadı. Bu konuda bir endişe söz konusudur: Üzerinde bütün grupların mutabakata vardığı bir kimlik tanımı olmadığı ve yukardan laik/seküler, din dışı karakterde tanımlanmış bir kimlik empoze edildiği için farklılıkları ortaya çıkaran bir araştırmanın resmi sistemi boçacağından korkulmaktadır.
Yeterince tartışılmamış olsa da Avrupa Birliği’nin (AB) 2004 yılında açıklanan ilerleme raporunda Kürtleri ve Alevileri “azınlık” olarak tanımlayıp kayda geçirmesi önemli bir sorun teşkil etti. Bu çok garip bir tanımlamaydı. Çünkü ekalliyet, yani azınlık, bize Avrupa hukuk mevzuatından intikal etmiş bulunmaktadır. İslam tarihinde gayrimüslimler “Zımmi” statüsünde ele alınmışlardır. Zımmilik statüsü savaş sonucunda bu tahakkuk eder. Dolayısıyla zımmilik ekalliyet, yani Avrupalıların anladığı manada azınlık değildir. Osmanlı, toplumsal gruplaşmayı din ve kimlik esasına göre yapmıştır. Ortada bir “İslam milleti” vardır. İslam milletinin içinde, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Boşnak vs. yer alabilmektedir. Bir de bunun dışında, “Millet-i saire” diye isimlendirilen “diğer milletler” sıralanmaktadır. Belirtmek gerekir ki, “diğer milletler”, “öteki milletler” demek değildir. Diğer milletlere” aher” denseydi, sistem onları “öteki(leştirmiş)” olurdu. İslam devletleri ve Osmanlı gayrimüslimleri dışlamıyor, diğer milletler sınıfında kabul ediyor.