Zulüm edenlere meyletmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur. Sonra size yardım edilmez. (Hud – 113)

İnsan doğumla ölüm arası gerçekliğin sınırlarına sığmakta zorlanır. Ezel ve ebet tasavvuru ile tefekküre durduğunda, iki sonsuz arasından edindiği nasiplenmeyle ontolojik konumunu gözden geçirme imkanı elde eder.

Hayat, her şeyi içine alan canlılık durumu, bir başka deyişle, varlığı sürdürme hali olarak aklı çelen, düşünmeye davet eden zenginliğe sahip. Rüşte erme hali de birinci derecede bu külli durumla ilgili. Hayatı düşünmek aynı zamanda ölümü ve sonrasını da konuya dahil etmek anlamını içerir.

Ve insan kendi ihtiyariyle önüne konana ve ulaşabildiği bütün külli okuyuşlar arasından varlık alanındaki duruşunu belirler. Vahyin daveti de bu teklifler arsında yer alır. Derinden bakınca, İlahi davet kişinin fıtratı ile, kainatı da araya alarak tutarlı ve en etkili çağrıyı yaparak seçimi insana bırakır.

Ortaya çıkan iki yol, insana, dünya ve ötesiyle birlikte tanıtılır. Sonuçlar hakkında bilgi verilmeden önce aklı hareke geçiren sarsıcı örnekler, fıtratın merakına mucip konulardan sahneler sunulur. Bütün bu bilgilerin kabulüyle, Müslüman kimliğine yönelinmiş olunur ve sorumluluklar da başlamış olur.

Müslüman kimliğin inşa süreci imanla başlar ve salih amelle irfana dönüşerek, sonsuz idrak yolculuğunu coşku ile sürdürür. Mümin, bu durumda, merkezdeki vahye ayarlı olarak kendini denetler. Vahiy/kitap mümine neyi seçtiğini ve seçimi sonucu nasıl yaşayacağını, dünya ve ahiret ilişkisi bağlamında nasıl bir duruşa sahip olması gerektiğini anlattığı gibi, muhtemel tehlikelere karşı da insanı uyarır.

Yapılan uyarılar sonucunda müminler, zulme karşı bir duruşla, yeryüzünden her nevi kötülüğün silinmesi mücadelesini birlikte verirler. “ Birbirlerine kenetlenmiş binanın tuğlaları gibi” . Ayrıca insanı bekleyen her duruma karşı, zengin bir tecrübe dönemi olan Peygamberli devirden uygulamalar imdada yetişir.

İslam, salih bir niyet ve önyargısız algıyla, anlamaya müsait, açık, kuşatıcı; güç ve kudreti Allah’a (cc) atfeden bir dindir.

Dünyadaki bulunuşunu Allah (cc) dışında varlıklara bağlayan ve vahye sırt çeviren insan, sayısız biçimde tercih yapabilir ve bütün tercihleri, öncelikle, üzerinde yaşadığı mülkün sahibine nankörlüğü seçtiğinden ötürü zulme düşmüş olur. Ancak içine düşmüş olduğu zülüm kişiseldir. Ontolojik zulmün karşılığı ahirete aittir. Rabb’in hakkını inkar etmekle ne zaman, nerede, ne yapacağı belli olmayan bir konumu seçen insan, kendi ontolojisini dayattığında toplumsal zulüm boyutuna geçmiş olur. Keza Hakkı seçen de teklifi aşıp tehdit/dayatma boyutuna geçtiğinde, Allah’ın (cc) serbest bıraktığı iradeye müdahale ettiğinden aynı zulmü işlemiş olur.

Tevhid-şirk olarak tebarüz eden bu iki temellendirmenin karşılaşmasının farklı olması, mücadeleyi de kaçınılmaz kılar. Şirk cenahının adaletten yana olması, daha başlangıçta yaptığı zulmün gereği, istisna olarak kabul edilir, yaptırım önceliğiyle korunur. Vicdanda, yaratılmışlıktan kalan temizliğin yansıması olarak, kimi zaman, bilinç dışı tebarüz eden tezahürlerin, toplumun işleyişi açısından, bir hikmete mebni olarak zuhur etmiş olması da muhtemeldir.

Ancak, Müslüman için adalette istisna olamaz. O adil olmaya mecburdur.

Öncelikle, kulluğu seçmekle, varlık tasavvurunu doğru kurmuş, duruşunu kainatla barışık konumlandırmıştır. Akabinde vahyin rehberliği ile vicdan duyarlılığına kavuşmuştur. Bu ahvalde müminden kötülük ancak istem dışı ve tesadüfen ortaya çıkabilir. Tevbenin devreye girmesi, beraberinde, yapılan haksızlığı giderme sonrası ancak mümkün olur.

Adam kayırma, yalan, kumpas kurma, özel hayata müdahale, rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık vb. nice halleri mümin bir duruşla izah etme durumu söz konusu mudur? İstisna olduğunda bile, hayrete düşülmesi gereken hallerin varlığı, bizatihi müminlerin yeryüzünden kazıması gereken fitnenin konusu değil mi? Bir başka deyişle, müminlerin yeryüzünden temizlemeleri gereken kötülüğü kendileri üretiyor olmuyorlar mı?

Zulüm her şeyden daha bulaşıcıdır!