Yerel seçim kampanyasının genel seçim havasında geçmesindeki "tuhaflık" herhalde dikkat çekiyordur. Ama bu tuhaflığın anlaşılabilir nedenleri var. Bir kere, Türkiye'de yerel yönetimler gerek dayandıkları gelenek itibariyle, gerekse hukuki nedenlerle siyasette fark yaratacak kadar güçlü değil. Bizde yerel yönetimler köklü bir yerel inisiyatif geleneği üzerine oturmaktan çok, güçlü merkezi devletin kendi ihtiyaçlarına göre kurduğu, yetkileri son derece sınırlı uydu birimlerden ibaret.
Böyle bir zeminde yerel yönetimlerin kaderini de ulusal düzeydeki siyaset ve onun aktörlerinin belirlemesi anlaşılabilir bir durum. Bu yönetimlerin üst düzey kadroları da tabiatıyla yerel dinamiklerle belirlenmiyor. Nitekim, buralara eleman devşirmek çoğu zaman yukarıdan aşağıya -merkezden çevreye- doğru işleyen bir mekanizmaya bağlı olarak gerçekleşiyor.
İkinci olarak, Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu genel şartlar yerel seçimleri ulusal siyasetin araçları haline getirmeye çok müsait. Gerek iktidar partisinin gerekse muhalefet partilerinin bu yönde davranmak için kendilerince nedenleri var. AKP iktidarı 2007 genel seçimlerinden buyana bir yandan karşı karşıya kaldığı beklenmedik bir iktisadi krizle baş edebilmek, öbür yandan da "Ergenekon" soruşturmasının kendisiyle ilgili olarak yarattığı kısmen elverişsiz ortamı aşmak için kendisini bir kere daha halk oyuyla test etmeye ihtiyaç duyuyor.
Dahası, başta Diyarbakır olmak üzere Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu doğu illerini DTP'nin "elinden almak" iktidar partisinin bu seçimdeki belki de birinci önceliğidir. Bu ise diğer partilere göre Kürtlere karşı daha az önyargılı görünen AKP'nin hem ülke genelinde güçlü olduğunu hem de Kürtlerin genel toplumla bütünleşmesine aracılık edebilecek yegane aktörün kendisi olduğunu ortaya koymasına bağlı görünüyor.
Muhalefet partileri ise yerel seçimleri her iki krizi kendileri açısından fırsata dönüştürmeye yarayacak bir vesile olarak görüyorlar. Ne var ki, Ergenekon soruşturmasındaki tutumu yüzünden, bu zorlu yarışta CHP'nin durumu bir hayli kritik. CHP bu "çıkmaz"dan halk desteğini bir ölçüde artırarak kurtulabilmeyi ümit ediyor. Bunu başarabilirse, statüko güçleri nezdindeki saygınlık ve güvenilirliğinin artacağını düşünüyor olmalı.
MHP'ye gelince, o "ana muhalefet" rolünü CHP'den kapmaya çalışıyor gibi. Bunun için de bir yandan AKP'yi iktisadi kriz ve Kürt meselesi konularında köşeye sıkıştırmaya çalışırken, öbür yandan da Ergenekon konusunda CHP'nin düştüğü türden bir hatadan kesinlikle uzak duruyor. Dolayısıyla 29 Mart seçimleri MHP için de kendi genel siyasetini test etmenin bir aracı olarak ortaya çıkıyor.
Ne var ki, bu genel görüntüyü "Türkiye'nin askıda olması" şeklinde de okumak mümkün. Nitekim, hükümet kanadı iktisadi krizin etkilerini azaltacak bir program üzerinde çalışma işini -Cumhurbaşkanının IMF'le anlaşma konusundaki uyarısına rağmen- seçimler sonrasına ertelemiş görünüyor. AB'ye uyum reformları ve yeni anayasa meselesi de aynı şekilde bekleme odasına alınmış durumda.
Yine de, 29 Mart seçimleri arefesinde iktidar partisi daha avantajlı görünüyor. Çünkü, iktisadi krize rağmen, dış politikadaki son gelişmelerin hükümetin içteki imajını güçlendirdiğine ve bunun seçmen tercihlerini bir ölçüde etkileyeceğine şüphe yok. Öte yandan, büyük medyanın ve CHP'nin beklentisinin aksine, Ergenekon komitacılığının kararlılıkla üstüne gittiği izlenimi de hükümetin popularitesini artırıyor olabilir.
Şu var ki, eğer ekonomik kriz bizim sandığımızdan daha fazla halkı "vuruyor" ise, seçim sonuçları muhalefet partilerini bir ölçüde sevindirebilir.
Kaynak: Star