Die Zeit editörü ve Stanford Freeman Spogli Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü üyesi Josef Joffe, Bologna John Hopkins Üniversitesinde uluslararası ilişkilerde realizmin kullanımı ve sınırları hakkında bir konferans verdi. Çağdaş Uluslararası İlişkiler teorilerinin genel manzarasını tasvir eden kısa bir girişten sonra analizini İran bombası, Batı Pasifikte ABD-Çin rekabeti gibi en çetin güncel meseleler üzerine odakladı.
Alınyazısı olarak Yapı
Joffe’nin teorik zemini, uluslararası ilişkilerin açıklandığı anahtar olarak yapısal realizme öncelik veriyor. Joffe bu arka plan uyarınca “yapının alınyazısı olduğunu” ileri sürdü. Örneğin ABD ve Avrupa ilişkilerini inceleyerek uluslararası sistemdeki güç ve konumlarının davranışlarını etkilediğini belirtiyor. II.Dünya Savaşı sonrasında Amerika başka herhangi bir ulustan çok daha savaşmışken Avrupa Sırbistan, Irak, Afganistan ve Libya’da sadece sembolik olarak savaşmıştır ve bu çatışmaların üçünde başı çeken yine ABD olmuştur.
Daha geniş bir bağlama uygulandığında, Überpower adlı çalışmasındaki tezi telkin eden Joffe, dünyanın Berlin-Berkeley Kuşağı ile Bağdat-Pekin Kuşağı arasında bölünebileceğini söyledi. Birinciler uluslararası politikanın verili bazı temel kurallarının dengesiz olduğu; geçmişte pek çok çatışmayı ateşleyen güvenlik ikileminin var olduğu yerde kutsanmış, sâkin, müreffeh, istikrarlı, demokratik, liberal Batıdır. İkinci kuşak ise tam aksine Hobbesçu ve rekabetçidir; korku ve hırs güdümlüdür: Uluslararası politikanın kuralları bu diyarda her zamanki gibidir. En tehlikeli savaşların yapıldığı Ortadoğu en uygun örnektir. Ayrıca, Pakistan ve Hindistan arasındaki nükleer rekabeti ve Pekin-Tokyo ilişkilerini özellikle de Senkaku-Diaoyu Adaları üzerindeki ihtilaftan dolayı husumete bürüyen yükselen Çin olgusunu da hatırlamalıdır.
Teorik olarak konuşulduğunda, Joffe’nin analizi büyüleyicidir ve dosdoğru görünmektedir. Ancak iki makro grup arasındaki köprüyü yani Türkiye’yi göz önüne almamaktadır.
Doğrusunu isterseniz, Türkiye son on yılda köklü bir değişim yaşadı ve jeopolitik satranç tahtasında kendisine yeni ve hayati bir yer sağlayarak Batı ve Doğu kuşaklarıyla ilişkilerini stratejik olarak yürüttü. Bu veya şu kuşağa dâhil olmaktan kaçınan, saf jeopolitik bakımdan münhasıran Ortadoğu bölgesine ait olmayan Türkiye yakın ilgiyi hak etmektedir. Aslına bakılırsa bu ülke sâkindir, müreffehtir, istikrarlıdır ve demokrasi-severdir. Aynı zamanda, potansiyel olarak ölümcül meselelere dâhil olmaktadır ve yönetici sınıfı Büyük Ortadoğu üzerindeki jeopolitik emellerini artık gizlememektedir. Yumuşak ve ekonomik gücünün artışına, askeri harcamalara yaptığı büyük yatırımlara (dünyada 14’ncü sıradadır) bakınca meşru bir soru doğmaktadır: Türkiye, jeopolitik boşluğu dolduran bir sonraki hegemon olarak Batı ve Doğu kuşaklarını bağlamayı mı amaçlıyor?
Türkiye-Kuşaklar arasındaki ilişkiler
Bu teorik ve siyasi soruya tatminkâr bir cevap vermek için Türkiye ve her bir kuşağın en belirgin aktörleri arasındaki ilişkilere özetle değinmek aydınlatıcı olacaktır.
Ankara’nın askeri çatışmayı önleme ve İran’ın husumetini asgarileştirme gibi iki yönlü dengeleme teşebbüsü Türkiye-İran ilişkilerine rengini vermektedir. Nükleer mesele, Ankara’nın Kürt militanlığına muhalefet, Türkiye’nin İran hidrokarbon kaynaklarına bağımlılığını artıracak enerji anlaşmalarının tamamlanması ve kilit enerji koridoru olma gibi ikili meselelerde İran’ın iyi niyetini kazanmasını sağladı. Elliot Hentoy’un da bahsettiği üzere, nükleer meselede Türkiye’nin aracılığını kabul etmesi ve BM Güvenlik Konseyinde Türkiye’nin karşı oyu sayesinde, İran Türkiye’nin lider bölgesel güç rolüne isteksizce de olsa katkıda bulundu. Sonuç olarak Türkiye, İran’a bölgesel bir ortak nazarıyla bakmaktadır.
İkincisi, dengeleme Türk-İran ilişkilerinde stratejik kuralsa eğer, Doğu Kuşağının son parçası olan Pekin muhtemelen daha rekabetçi bir yaklaşıma dayalı farklı bir açıdan görülmektedir. Ticari veya siyasi stratejik ortaklıklar, Ortadoğu’da güvenlik meseleleri, Arap Baharının kaderi, Sincan’daki Müslüman Türklerin siyasi ve kültürel haklarının korunması, Türkiye’nin Tayvan’la ilişkileri iyileştirme teşebbüsüne Çin’i müdahale etmesi gibi meselelerde genelde kayda değer anlaşmazlıklarla sonuçlandı. İlişkilerin daha da gelişeceği bir temel olmadığından dolayı Türkiye’nin Çin uyarılarına direnişi Doğu Kuşağından bağımsız bir konuma şahit olmakta; büyük siyasi amaç ise karşılıklı tanıma, ticari ilişkiler ve dengeleme politikalarıyla sınırlı kalmaktadır.
Öte yanda, Türkiye Batı Kuşağıyla yakın ilişkilerini sürdürmektedir her ne kadar stratejik mesafe oldukça artmışsa da. Avrupa Birliğiyle yarım yüzyıl uğraştırıcı ve çetrefilli ilişkiler yürüttükten sonra Türkiye tarihi AB üyeliği rüyasından tedricen çekilmektedir. Üyelik azmi her iki tarafta ciddi şekilde eksikliğini hissettirdiği gibi diğer yanda AB-Türkiye ilişkileri tarihi cazibesini de kaybetmektedir. Avrupa’nın mâli krize tepkisi, çok-kutupluluğun yükselmesi, yeni güvenlik sorunları, Avrupa kimliği hakkındaki sorular ve insan hakları incelemeye alındı. Son tahlilde aralarında tam bir diplomatik kopuş söz konusu olamaz zira Türkiye, her bir Avrupa ülkesiyle teke tek iş yapmaya gitgide daha musait hale geliyor. Türkiye Batılı en yakın komşusuyla İran vakasında olduğu gibi dengeleyici ve sulhçu bir ilişki izliyor.
ABD, Türkiye için uğraştırıcı bir ortağı temsil etmektedir. Son yıllarda Washington ve Ankara arasında çelişkiler ve sürtüşmeler baş gösterdi. Birincisi, Türkiye ve İsrail ilişkilerinin aşınması ve gerilmesi, yanısıra İran’la işbirliğinin artması; ikincisi, Arap Baharı ve Libya’ya askeri müdahale üzerinde farklı pozisyonlar; üçüncüsü, daha önemlidir, Ortadoğu’ya stratejik bakışın çelişmesi.
Obama yönetimi, Türkiye’yi en sâdık Nato müttefiki olarak yerleştirmek suretiyle denizaşırı dengeleme politikasını icra etmeye uğraştıysa da Ankara yeni jeo-ekonomik ve jeopolitik manzaraya ayak uydurmak için süpergüç Amerika ve müttefikleriyle ilişkilerin yeniden ayarlanmasını talep ederek planı reddetti. Emiliano Alessandri bir çalışmasında Ankara’nın “son yıllardaki etkinliğinin yeni bir uluslararası angajman fikrinden ziyade kendisine yer açma amaçlı olduğunu, bunun Washington tarafından da kabul edilebilir olduğunu” vurgulamıştır.
Bu analizden hangi sonuç çıkar? Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ifade ettiği gibi, Türkiye Mısır, Tunus ve Libya için takip edecekleri iyi bir model olarak Ortadoğu’da bahse değer bir rol oynayan yumuşak güç olmayı hedeflemektedir. Abdullah Gül’e göre Türkiye bunu yapmak için uluslararası rolünü “erdemli güç” vasfıyla takviye etmelidir: “Erdemli güç, hiçbir şekilde hırslı ve genişlemeci değildir. Tam aksine, muhtaç durumda olanlara hiçbir karşılık beklemeksizin yardım eli uzatır bir tarzda insan haklarını ve tüm insanlığın çıkarlarını korumayı önceleyen bir güçtür. Erdemli güçten kastım budur: Neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen, doğrunun arkasında duracak kadar da güçlü olan bir güçtür.(Foreign Affairs, Ocak/Şubat 2013 sayısı)
Bu üstü kapalı sözlerin bölgenin geleceği için ne anlam taşıdığı henüz belli değildir. Âşikardır ve her hangi bir söylemin ötesindedir, Türkiye, çok-kutuplu dünyada büyük bir güç olarak uluslararası tanınma istiyor ve uluslararası ilişkiler profesörü olan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun izlediği “komşularla sıfır sorun” politikası ülkesinin bölgesel ve küresel vizyonunu gösteriyor. “Yapının alınyazısı olduğunu” söyleyen neo-realist varsayımı teyid eden Türkiye, büyük nüfusuna, dinamik ekonomisine yaslanarak Balkanlar’da, Kafkasya’da, Orta Asya’da, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da siyasi ve ekonomik hegemon olmayı hedefliyor.
Sadece İki kuşak arasında devasa ve hegemonsuz bir bölgesel alan/da.
Kaynak: The Risky Shift
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın