İbrahim Ethem Gören / Dünya Bülteni

Necip Fazıl, hemen hemen tüm şiir otoriteleri tarafından Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının en önemli şair, yazar ve mütefekkirlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Bu bir tesbit, bir vakıa...

Peki, Necip Fazıl Kısakürek niçin bu kadar sevilmiş? İsmi yüceltilerek sokaklara, caddelere, mahallelere, eğitim-öğretim kurumlarına verilmiş, adına paneller, konferanslar, sempozyumlar düzenlenmiş; şiiri, doktora ve doçentlik tezlerine konu edilmiş? Necip Fazıl Kısakürek'i döneminin ve günümüz şairlerinden farklı kılan bir özellik olmalı değil mi? Bu salt şairlikle, yazarlıkla açıklanabilecek bir olgu değil. Kuvvetli bir şiir ve fikir örgüsünün yanında başka şeylere de bakmak lazım. Bir kere Necip Fazıl her şeyden önce içinden çıktığı, yetiştiği milletine sevdalı; daha geniş bir ifadeyle de ümmetine damardan bağlı bir hakikat sevdalısıdır... Onu farklı kılan, yılmaz bir hakikat sevdalısı olmasıdır. Dava adamlığıdır, mefkûresidir, mücadele azmidir... Eserlerinin içeriğinden ötürü defalarca tevkif edilir, hapis yatar. Mahpus damlarında çile çeker...

Demokrasi denen şeyin henüz pek yeni olduğu, yerli yerine oturamadığı; parti teşkilat reislerinin aynı zamanda vali olduğu Milli Şef döneminde eli kalem tutanların havadan sudan, tabiattan, börtü böcekten bahsettiği bir dönemde hakikatleri korkmadan dillendirmesi, Büyük Doğu'da neredeyse bir başına hak mücadelesi vererek, şiirlerinde kalabalıklara çıkmaz sokaklarda olduğunu haykırması, Türkiye bazında bir ümmetin makûs talihine şerhler düştüğü Sakarya Destanı'nda milletine ayağa kalk diye seslenmesi/seslenebilmesi onu döneminin şair ve mütefekkirlerinden farklı kılan unsurlardan sadece birkaçıdır.

Uslanmaz muhalif ve Milli Şef karikatürü

Necip Fazıl, muhalifleri nezdinde "uslanmaz" bir muhaliftir. Doğruları canı bahasına da dile getiren, zalimlerin zulmünü yüzlerine karşı korkmadan haykırabilen bir muhalif; medeniyetinin kökleriyle ilişiğini kesen zihniyete karşı, sisteme karşı bir muhalif...

Gazetelerin, dergilerin mekânları hâlâ Cağaloğlu'yken, 1990'lı yılların başında bir edebiyat mecmuası yayınlıyorduk. Mecmuanın yeni sayısıyla birlikte soluğu, matbaa mürekkeplerinin hoş kokusunun sokaklar arasında dolaşıp durduğu Cağaloğlu'nda alırdım. O dönemlerde Necip Fazıl'ın arkadaşları, Büyük Doğu'da yazan-çizen ekipten hayatta olanlar vardı. Bir Gürbüz Azak ziyaretimizde Türkiye gazetesinin yaşı 70'leri aşmış karikatüristlerinden Nezih Bey, Üstad'a ait hatıralarını nakletmişti. "O dönemde genç bir karikatüristtim. Necip Fazıl, Milli Şef'ten hiç korkmaz, var gücüyle mücadele ederdi... Bir gün yolsuzluklardan kinaye olarak kahkaha atan bir çuval resmetmemi istemişti... Açıkça yazmak tehlikeli bir durumdu. Bir başka gün de ağlayan, inleyen bir koltuk resmetmemi istemişti. Malum, hükümet çevreleri yazıları sansürlüyor, karikatür diliyle hakikatlere işaret etmeye çalışıyorduk..."

Bu toprağın insanları Necip Fazıl Kısakürek'i sevmiş benimsemiş... Sevgi, aidiyetle ilgili bir husus. İnsanlarımız, Necip Fazıl'da kendilerini bulmuş, onda, davalarını, hasretlerini görmüş, kendilerini bulmuşlar. Bunda mütefekkirin halk adamı olmasının da yeri var. Fildişi kulesinden inerek, halkla bütünleşmiş, Maraş'a, Konya'ya, Erzurum'a gitmiş. Halkla sohbet etmiş, hasret gidermiş, kaynaşmış, konferans vermiş. Böylelikle halka; kitlelere mâl olmuş... Namı, köylere, kasabalara kadar ulaşarak, çiftinin, mahallelinin, kahvehanedeki insanın gündeminde yer almış...

NFK, 79 yıllık hayatında hamle çapında işler yaptı... Geriye 70 eser; amel-i saliha bıraktı. Şiiri, nesriyle yarış halindeydi. Necip Fazıl için nesri şiirinin gölgesinde kaldı şeklinde bir tesbitte bulunulsa sezadır. Çünkü edebiyatçının içtimai hayata yönelik fikirleri şiirinin gölgesi altında kalmıştır. O sadece şiire değil düz yazıya da estetik bir ruh katmıştır. "Laf var ki laftır, laf var ki iştir, iş var ki laftır. Bize iş kadrosunda laf, hamle çapında iş lazım".

Necip Fazıl, edebiyatın tüm türlerinde eser vermiştir. Şiir, hatıra, makale, inceleme, roman, hikâye, tiyatro, piyes... Hemen hemen tüm eserlerinde içten içe büyüyen bir öfkenin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte az önce de işaret ettiğimiz gibi Necip Fazıl'ın şirinin nesriyle, nesrinin şiiriyle yarış halinde olduğunu söyleyebilmek mümkündür. Üstad'ın içtimai hayata yönelik fikirleri şiirinin gölgesi altında kalmıştır.

Büyük Doğu ideali

Necip Fazıl Kısakürek 1945 yılında Büyük Doğu dergisini çıkarmaya başlayarak, uzun yıllar yayın hayatını sürdüren bu mecmuada, fikir ve aksiyon zemini kurmuş; Büyük Doğu aracılığıyla Türk halkına seslenmiş; tasavvuf felsefesini, dini duygu ve düşüncelerini bu dergide okurlarıyla paylaşmıştır. Anadolu'nun pek çok yerinde konferanslar veren şairin Büyük Doğu mecmuası aynı zamanda bir mektep hüviyetine bürünerek pek çok yazarın yetişmesine zemin teşkil etmiştir.

Necip Fazıl Kısakürek'in şiirinde hüdainabit, güçlü bir yön; üstün bir şairlik kumaşı vardır. Şair, şiirini üstün bir algılama sorunu ve mutlak gerçeği, yani Allah'ı arama yolunda sonsuz bir uğraş olarak görmüştür. O, kökü mazide olan güçlü bir dil yapısına sahiptir.

Çile sahibi şair, içtimai konuları referans olan mistisizm temayüllü şiirlerinde arayış içerisinde bocalayan günümüz insanın bunalımlarını konu edinmiş; Türk şiir iklimine gizem rüzgârı taşımıştır.

Bohem hayat sonrası Arvasi ile tanışması

Necip Fazıl Kısakürek, 1925'te ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı'nı; 1928 yılında Kaldırımlar'ı ardından da üçüncü şiir kitabı olan Ben ve Ötesi'ni çıkarır. 30 yaşına; yani 1934 yılına kadar kendi ifadesiyle "bohem" hayatı yaşar. Bu dönem içerisinde yazdığı şiirlerinden bazılarını ya tamamıyla reddeder, o şiirleri sahiplenmez ya da şiirleri üzerinde değişikliklere gider.

1934 yılında çalıştığı bankadan Boğaziçi'ndeki evine dönerken vapurda karşısına oturan Hızır tavırlı bir adam, ona Abdülhakim Arvasi Hazretleri'nden söz eder. Şairin, Eyüp sırtlarında Piyer Loti civarında yaşayan bu zatla tanıştıktan sonra hayata bakışı, sanat anlayışı değişir.

"Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum/Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum" mısralarıyla önceki yaşantısının kendisi için hiç bir şey ifade etmediğini, şöhrete ulaşmasını sağlayan, tüm edebiyat çevreleri tarafından övgü dolu sözlere ve yazılara boğulduğu o dönemi boşa geçirdiğini dile getirir.

Bundan sonraki dönemlerinde hayatında din ve tasavvuf felsefesi yer etmeye başlar. Tohum, Bir Adam Yaratmak, Künye, Reis Bey gibi edebiyat çevrelerince çok bilinen tiyatro eserlerini kaleme alır. Çünkü hayatının artık yepyeni bir yönü vardır. Eserleri ve fikirleri ile gençliğe önder olmak ister. Gençleri, İslami bir hayat tarzı yaşamaya yönlendirme azmindedir.

Necip Fazıl 30 yaşından sonra tasavvuf şairi kimliği öne çıkar. Tasavvuf şairleri dil, din, cinsiyet, ırk ve sınıf farkı gözetmeksizin herkesi İslam dinine davet eder. Necip Fazıl'ın şiir ikliminde de tebliğ ve uyarı önemli bir yer tutar.

Tasavvuf ehlinin başlıca temalarından biri de ölümdür. Necip Fazıl da şiirlerinde ölüm gerçeğiyle yüzleşmiştir. "Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber/Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?" dizeleriyle ölümden korkmanın (eğer hazırlıklıysak) yersiz olduğunu ifade eder.

Necip Fazıl "Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var/Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var!" dizeleriyle ölümü bayram gününe, tabutu da çocukların oynadıkları tahta ata benzetmiştir. Bir nevi ölümü oyunlaştırmıştır. "Altımda gacır gucur kişner durur cansız at/İşte servili çukur ve ölümsüz hakikat" dizelerinde de aynı benzetmeye rastlamaktayız. "Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akçe neyse ondan biriktir." Mısraları da ahirete hazırlık yapmamız gerektiğini çarpıcı bir şekilde vurgulamaktadır.

Yaşadığı dönemdeki şairlerin ve eleştirmenlerin hemen hemen tümü tarafından övgü dolu sözlere ve yazılara mazhar olan Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in halka mâl olmasının; şiirlerinin geniş halk kitleleri nezdinde çok sevilmesinin, ezberlenmesini ve insanlarımızın Üstadı çok sevmesinin nedenleri üzerine bir soruşturma dosyası hazırladık.

Bu vesileyle Kısakürek Üstadımızı hayır ve minnetle yâd ediyoruz.

Necip Fazıl Kısakürek (İstanbul, 1904-1983)

26 Mayıs 1904'te İstanbul'da doğdu. 25 Mayıs 1983'te İstanbul'da hayatını kaybetti. Çocukluğu büyükbabasının Çemberlitaş'taki konağında geçti. Bahriye Mektebi'nde, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. Felsefe öğrenimini yarıda bırakarak 1924'te Paris'e gitti. Bu kez Sarbonne Üniversitesi'nde felsefe eğitimi almaya başladı. 1925'te öğrenimini tekrar yarıda bırakıp yurda döndü. 1926–1939 arasında İstanbul'da çeşitli bankalarda çalıştı. 1939–1943 arasında Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler verdi. Yazarlık ve yayıncılık yaptı. İlk şiirleri 1922'de "Yeni Mecmua"da yayınlandı. Milli Mecmua, Hayat ve Varlık dergilerinde yayınlanan şiirleriyle tanındı. 14 Mayıs 1929-Ağustos 1936 yılları arasında 17 sayılık Ağaç dergisini yayınladı. 1943–1971 arasında "Büyük Doğu" dergisini çıkardı. Son Posta ve Yeni İstanbul gazetelerinde yazarlık yaptı.

1928'de basılan "Kaldırımlar" adlı şiir kitabı büyük ilgi gördü. Bu kitabın ardından uzun süre "Kaldırımlar Şairi" olarak anıldı. 1930'lardan sonra şiirinde tasavvuf etkisi görülmeye başladı. "Sonsuzluk Kervanı" isimli şiir kitabını uzunca bir aradan sonra 1955'te yayınladı. Şiiri, üstün bir algılama sorunu ve mutlak gerçeği, yani Allah'ı arama yolunda sonsuz bir uğraş olarak gördü. Sağlam bir dil yapısına ve trajik öğelere dayanan mistik eğilimli şiirlerinde çağdaş insanın bunalımlarını işledi. Türk şiirinde bir gizem rüzgârı estirdi, Fazıl hüsnü Dağlarca ile Cahit Sıtkı Tarancı'nın da aralarında bulunduğu birçok şair üzerinde etkili oldu. Garip akımının ortaya çıkışıyla şiirden uzaklaştı. Güçlü bir yazım tekniğinin görüldüğü tiyatro oyunlarında ise daha çok korku ve kaygı psikolojisini işledi hatıra, makale ve inceleme türü eserlerinde daha çok din mahreçli ve siyasi/içtimai konuları ele aldı.