Genellikle gün yüzüne çıkmamış iddiaları dillendirmeye özen gösteren bir yazarın televizyon konuşmasından bahisle, "Abi, keşke izleyebilseydin!" dedi, "Acayip, enteresan şeyler anlattı…"


Adı lazım değil, o adamın hiçbir sözü pek umurumda değildi; lakin sesinin renginden heyecanını saklayamayacak kadar etkilendiği anlaşılan arkadaşımın hatırı için sormuştum:


"Hele anlat bakalım, neler söylemiş…"


"Yoo, telefonda olmaz!" dedi ürkek bir sesle, "Yüz yüze konuşuruz…"


Sesi birdenbire düşmüş; sanki biraz boğuk, biraz kısık bir hale dönüşmüştü. Geçmiş zaman söylüyoruz, yalan olmasın; belki de bana öyle gelmişti.


Hayır, dengesiz falan değildi.


Uzun yıllardır tanıdığım arkadaşımı siz benden iyi bilecek değilsiniz ya; dengesiz değildi, diyorum, niye inanmıyorsunuz?!


Üstelik bizim gibi sinemayla, tiyatroyla kafayı bozmamış, hijyenik kızlarına damat arayan ortopedik annelerin gözünde oldukça muteber ve risksiz bir meslek dalında üst düzey yöneticilik yapıyordu.


"Nasıl yani?" dedim, "Şimdi sen o adamın televizyonda söylediğini, telefonda söylemekten mi çekiniyorsun?.."


Hemen farketti ve mahcupluğunu gargaraya getirmek istercesine gülerek, "Haklısın yahu!" dedi, "Baksana ne hale getirmişler bizi..."


Haklıydı.


Çünkü postmodern darbe tesmiye olunan 28 Şubat sürecinin en şeametli günlerini idrak ediyorduk.


"Gizli Kulaklar Ülkesi"nin anlı-şanlı ana haber bültenleri, "telekulak" marifeti gizli ses kasetleri veya "şok görüntülerle" ağzına kadar dolup taşıyordu.


İşin en can sıkıcı yanı da, bütün bunlar doğal addediliyordu.


Dolayısıyla, telekulaklar sınır tanımıyor, mahrem falan demeden yatak odalarına kadar sarkıyordu.


"İrtica" söz konusu olduğunda her şey mübah sayılıyor, "mürteci" veya "yobaz" avına çıkan telekulaklar her Allah'ın günü medyaya servis yapıyordu.


"Kurgudur, montajdır" şeklindeki oldukça resisif bir savunma yapmanın dışında, telekulak mağdurlarının elinden bir şey gelmiyordu.


Gelgelelim, bu savunma hiçbir işe yaramıyor, bilhassa "çamur at tutmazsa izi kalır" müptezelliğine zerre miskali fayda etmiyordu.


Hülasa, o heyulada her şey öylesine kanıksanmıştı ki; "böcek haberleri"nin insan haklarını ihlal etmek anlamına geldiği kimseciklerin aklına düşmüyordu.


Ne zaman ki, Ertuğrul Bey'ciğimin Güneş Taner'le teşvik pazarlığı yaptığı telefon konuşması faş edildi, Türkiye'de bir zihniyet devrimi gerçekleşti.


Çünkü Ertuğrul Bey'ciğim savunmaya geçmemiş; direkt hücum oynayarak dominant bir üslup geliştirmiş; böylece de, mezkur telefon konuşmasını dinleyen "yüzsüzleri" yerin dibine batırmıştı.


İmdi, bugün biz telekulak rezilliğini "skandal" şeklinde değerlendirebiliyorsak…


"Korku imparatorluğu" falan diyerek gönül rahatlığı içinde eleştirebiliyorsak…


En mahrem konuşmalara anten olmayı istihbaratçılık zanneden edepsizlere, insan haklarından dem vurarak isyan edebiliyorsak…


Bu medeni cesaretimizi Ertuğrul Bey'ciğime borçluyuz.


O halde hakkını teslim edelim ve gecikmiş olsak da teşekkür edelim ona, ama, inananların kutsalına edepsizce saygısızlık yapan o tuhaf zata, bir çift kuru sözle de olsa tepki göstermek için, neyi beklediğini de sormadan etmeyelim.


Mağduru oluncaya değin "gık"ını çıkarmadığı telekulak münasebetsizliğine, mağdur olunca feveran ettiği gibi, şimdi de bizzat kendi kutsalına hakaret edilmesini mi bekliyor?


Kendi kutsalı derken, yanlış anlaşılmasın; Ertuğrul Bey'ciğimin kutsalları arasında sevgililer sevgilisi yok, demiyorum. Haşa!..


Demem o ki:


İnananların kutsalına saygısızlık yapanlara karşı niçin ağzını açmıyor?


Aynı soruyu, gerçek dindarlara saygılı olduğunu bildiğim Sevgili Bekir Coşkun'a ve o malum zatın saygısızlığını sıradan bir "gaf" gibi geçiştiren romantik ve duyarlı yazar Can Dündar'a sormak istiyorum.

Kaynak: Yeni Şafak