Şimdi türban takan bu gecekondulular, 70'lerde, orta sınıfla el ele 'Karaoğlan'ı başbakan yaparak Türk solunun en ciddi kitlesel zaferine imza attıklarında türban mı vardı? Devasa ölçekte bir kapitalistleşme ve kentleşme sürecinin ortasında başlarına türbanı geçiriveren bu kadınları anlamakta güçlük çekiyoruz ve bize sıkıntı verdikleri için en kolayını yaparak reddediyoruz
Aydınlanmanın oluşturduğu aşkınlığın en belirgin yönü, toplumun her noktasını aydınlatma arzusu, yani mutlak bir saydamlığın mümkün olduğuna dair inancıdır. Kör noktası kalmamış bir dünya. Aydınlanma felsefesinin kurduğu mutlak görülebilirlik ve saydamlık paradigmasının mükemmel örneği Rousseau'nun toplum sözleşmesi kuramının "genel irade" anlayışıdır. Bu anlayış tüm bireysel iradelerin görülür olduğu ve kendinde birleştiği mutlak bir saydamlık ütopyasına dayanır. "Dogma hiçbir şeydir, ahlak her şey" diyen Rousseau, aslında dinin yerine geçecek bir sivil dini cumhuriyetin temeli olarak görmüştü; dinsellikten çıkarak sosyal pratik haline gelmiş bir din. Ama hiç kuşkusuz, siyasal kuram alanında bile Aydınlanma Rousseau ile özdeşlenemez; böylesi bir tutum, pek çok başka düşünürü, özellikle cumhuriyet kavramını farklı görüşlerin münakaşası anlayışına dayandıran Machievelli'yi ve 20. yüzyılda onu izleyen, "sürekli ikna" kuramcısı Gramsci'yi, vb. görmemek olurdu. Maalesef Türk muhalefetine özgü bir acaiplik de Aydınlanma'yı ya da "modernizm" dediği (ve daha ziyade kendisinin icat ettiği) bir nesneyi bir çeşit otoriteryanizme ve totaliteryanizme indirgemek.
Çeşitli nedenlerle, mutlak saydamlığa dayanan bir genel irade anlayışı Türk devrimini de belirlemiştir. Ama saydamlık ütopyası burada, özellikle 12 Eylül sonrasında ciddi düzeye ulaşan bir yadsımacılıkla, en basit eleştiri veya hareketi, en ufak bir ayrımı veya farkı panik halinde reddetmeye ve bastırmaya yönelik bir ruh haliyle birleşti. Burada bastırma sadece siyasal baskı olarak okunmamalıdır. Bastıran, bastırdığı şeyin gerçekliğini de bastırır, böylece ruhsal olarak gitgide katılaşan ve kısırlaşan, kapalı, boğucu bir dünya kurar. Bugün laiklik adına türbana karşı çıkan kesimlerin bilinen lafları tekrarlamaktan gayriki -onları bile tekrarlamıyorlar- tek bir argümanı maalesef yok. Aydınlanma adına, tamamen negatif ve kısır bir "Yasak!" ve "İstemezük!" dayatmasının cumhuriyet devriminin ruhuyla ne gibi bir ilgisi var acaba? Bu nasıl bir "Aydınlanma" ve bu nasıl bir rasyonalite kaybı, nasıl bir panik halidir? Cumhuriyetçilerin, demokratların, laiklerin, özgürlükçülerin her zaman yapacak argümanı, söyleyecek sözü olur, çünkü onlar bu kavramların gerektirdiği yaklaşımın sağlamlığına güvenir.
Dinin dönüşü
Türbana karşı tutumu, dinin dönüşünü feodalizmin uzantısı olarak gören bir yaklaşımı var, argüman ya da çözümleme gibi bir şeyi uzaktan andıran tek kavram bu. Ne yazık ki, bunun kendisi çağdaş sosyal bilimi izlemeyen, en hakiki mürşidin fersah fersah gerisinde kalmış bir yaklaşım. Günümüzde dinin siyasal dönüşü, feodalizmin uzantısı değil Aydınlanma'nın kör noktasına bağlı, tamamen modern bir oluşumdur. Şimdi türban takan bu gecekondulular, 1970'lerde, orta sınıfla el ele "Karaoğlan"ı başbakan yaparak Türk solunun en ciddi kitlesel zaferine imza attıklarında türban mı vardı? Devasa ölçekte bir kapitalistleşme ve kentleşme sürecinin ortasında başlarına türbanı geçiriveren bu kadınları anlamakta güçlük çekiyoruz ve bize sıkıntı verdikleri için en kolayını yaparak reddediyoruz. Basitçe aldatılmışlar, insanlıkları yok onların sanki! Neymiş şu Müslüman erkekler meğer, vay ki vay! Bilimden, deneyden ve gözlemden birazcık nasibini almış olmak, burada eski mücadele, kurumlaşma ve ikna biçimlerinin kendini tüketmiş olduğunu, çünkü eski oluşumların yerini yenilerine bıraktığını görmeye yeterlidir. Bugünkü muhtemel yasal kriz aslında söylemsel, argümantatif, siyasal ve hatta hukuksal icadın, yenilenmenin krizidir. Söylem ve argüman ise boş dayatma ve laf-ı güzaftan ibaret olmayıp, bir dünya kurmaktır. O dünyayı kurmaya gücü yetmeyen ve eski sınıfsal imtiyazlarını modernliğin hakikati zannedenler yenilmiş olduklarını göremiyorlar.
Göremiyorlar, çünkü dillerine sakız ettikleri şeyin gerçekliğini ciddiye almaktan ve o gerçeklikle gerçek anlamda uğraşmaktan yoksunlar. Türban elbette bir siyasal simgedir. İslamcılar, şeytani bir nedenden ziyade kendilerini korumak gibi pragmatik bir kaygıyla, tam da varlıklarının krize soktuğu argümanı kullanmak durumundalar: bireysel inanç, bireysel hak Avrupa'da göçmenler bağlamında ortaya çıkan topluluk hakları tartışması Türkiye'de yapılmıyor zaten. İslam'ın baştan aşağı siyasallaştığı bir dünyada türban nasıl siyasal simge olmaz? Tıpkı "Nobel siyasal bir ödül değildir" demekle Orhan Pamuk'u koruduğunu zannetme saflığında olduğu gibi, liberal ve demokratik muhalefet, "Hayır, simge değildir" demekle sadece nasıl aynı inkârcı, bastırmacı kültürün ve ruh halinin kurbanı olduğunu gösteriyor. Ama paradoks şurada: bu bireysel hak argümanının kullanımı, içinde bulunduğumuz özgül koşullarda hayırlı bir sonuç üretiyor, çünkü İslami konumun siyasal demokrasi ve yasallık sınırları içinde kalmasını mümkün kılıyor. O halde, bugün bu sınırlar içinde karşı karşıya kaldığımız bu siyasal ve toplumsal olguyla ancak ve ancak fikri ve söylemsel biçimde mücadele edilebileceği; başka her türlü yöntemin, özellikle yasal ve kurumsal zorlamanın uzun vadede sadece İslami muhafazakâr hareketi güçlendireceği idrak edilmeli.
Doğruluk hakkı, başkalık hakkı
Demokratik iknanın sürekliliğinden söz ettim. Elbette bu yaklaşım öncelikle ikna adında takınılan "otoriter" tavrı ortadan kaldırmalı; aslında bu tavır siyasal amatörlüğün ve zayıflığın ifadesidir. Kamusal alan kimsenin kimseye tartışılmaz bir hakikati öğretecek durumda olmadığı, "özel"in, "bireysel"in başkalığa, farka açıldığı alandır. Burada konuşmak demek, zaten doğru, mutlak, tartışılmaz olana herkesin hakkı olduğunu kabul etmek demektir herkesin, toplumsal nedenlerle, ifade araçlarına erişim ve kullanım gücü eşit olmasa bile. Kamusal alanda konuşmak, karşımdakinin benden bağımsız biçimde ve tamamen kendi akıl yürütmesine dayanarak doğruluğa hakkı ve bir doğrusu olduğunu varsaymaktır. Dolayısıyla insan böyle bir durumda basitçe doğruyu söyleyemez, karşısındakinin insani düşünme, hissetme ve anlama melekesine konuşur, yani onu bir sürece çağırır. Elbette son çözümlemede ütopik bir varsayımdır bu, çünkü insanlar hiçbir zaman sadece sırf akla ve mantığa göre davranmaz (çıkarlar, korkular, duygular, bilinçdışı, vb. hep oradadır). Ama tartışma ve ikna, bir doğrunun ortaya konmasından ziyade, kör noktanın kaçınılmaz olduğu akılda tutularak, soruların ve sorunların uyandırılması, düşünme sürecinin harekete geçirilmesi gibi anlaşılırsa, aklın, doğrunun, hakikatin aşkınlık kurmasına karşı uyanık olunabilir. Böylece aydınlanmak, bilinçlenmek bir hakikatin mülk sahipliğinden ziyade hep doğmakta olan bir ufuk haline gelir.
Kadınların dönüşü
Bu öncelikle kadınların sorunu (sadece onların sorunu olmasa bile), çünkü bu savaş onların bedenleri üzerinde olup bitiyor. Yukarıdaki anlayışa uygun bir siyasal mücadele, öncelikle türbanlı kadınların kendi doğruluk hakkını tanımaktan geçmeli. Türban takanların, bu hareketle basitçe erkek egemenliğini kabul ettiğini düşünmek, günümüz koşullarında trajik bir toplumsal ve siyasal cehalettir. Türbanı, olağanüstü hızda gerçekleşen, devasa ve de vahşi bir kapitalist gelişmeye verilen bir yanıt olarak niçin okuyamıyoruz? Türk kamuoyunun, hemen her konuda, en belirgin özelliği maalesef çarpıcı entellektüel zayıflığı. Akademisyeninden milletvekiline bayılıyoruz, boş ve içeriksiz laf salvosuna! Kent nüfusunun kırsal nüfusu geçtiği yeniden yapılanan Türkiye'nin bu kadınlarının ve genç kızlarının çoğu için türban bedenlerine kuşandıkları bir silahtır; onların bu durumu tercümesi "ahlak ve din" olabilir. Demek ki bedenini örtmenin kendini ahlaklı kılacağı varsayımlardan biridir ki ne kadar tartışılır bir varsayımdır! Ama daha da önemlisi, İslami bir inancın ve/veya buna dayanan bir siyasal hareketin bu kapitalist gelişme ortasında onlara güvenlik, iş ve aş sağlayabileceği, kadın olarak yaşayabilmelerini mümkün kılacağı daha da ciddi bir varsayım ve hissiyat olmalı (yani daha düşünsel düzeyde söylersek, insani deneyimin kör noktasını gören ve bilen kadir-i mutlak tanrısal güce inancın sorunlarını çözeceği varsayımı). Bu kadınlara, öncelikle kendi düşüncelerini ve duygularını, bedenlerini ve akıllarını vermeyen, onların uğraşmak zorunda kaldıkları toplumsal altüst oluşun acımasız gerçekliğini, bulmaya çalıştıkları çözümleri (doğru veya yanlış!) ciddiye almayan hiçbir zihniyet bu varsayımları sorguya çekemez! Bu kadınlarla ancak başka kadınlar konuşabilir. Daha çok kadın milletvekili isteyenler değil, çok daha basit bir şey yapacak, konuşacak, ve çok daha zor bir şeyi yapacak, özgürlüğün sözcüklerini bulacak kadınlar. "Konuşmak", "tartışmak", vb. ne zaman bir seçenek olacak acaba?
Hoş bir tesadüf, ben bu satırları bitirirken, televizyon ekranından hıdrellez ile ilgili bir belgeselin görüntüleri geçiyor. İki kadın, biri türbanlı ötekinin başı açık, karşılıklı göbek atıyorlar. Bahara Ahırkapı'dayım.
Kaynak: Radikal