Fatma Yaşar Tunç / Dünya Bülteni / Tarih Servisi
19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren Osmanlı yayın dünyasında âdâb-ı muâşeret konulu eserlere hatırı sayılır bir ilginin olduğu görülmektedir. Özellikle Avrupa âdâb-ı muâşeretini konu edinen çoğunluğu Fransızca’dan tercüme olmak üzere, bir kısmı da telif-tercüme arası nitelikte ciddi çalışmalar yayımlanmıştır. Bu dönemde yayımlanan kitaplar arasında Ahmet Midhat Efendi’nin Avrupa Âdâb-ı Muâşereti Yahud Alafranga’sı ile Lütfi Simavi’nin Teşrifat ve Âdâb-ı Muâşeret’i mevcut literatür içerisinde en kapsamlı ve en meşhurlarıdır.
Aslında bu kitapların arka arkaya kısa bir süre içerisinde birkaç baskı yapacak şekilde yayımlanması bu alanda ortaya çıkan belirgin ihtiyacın göstergesiydi. Âdâb-ı muâşeret kitaplarına duyulan talep, hızlı ve kolay adapte olunamayan bir değişimle birlikte zuhur eden yeni bir yaşam tarzının habercisiydi. Çünkü geleneksel literatürde ince, kibar, nazik, hayranlık ve takdir uyandıran davranışlar anlamına gelen âdâb-ı muâşeret, referansını gelenek ve dinden almaktaydı. Âdâb-ı muâşeret anane gibi olduğundan hızlı ve kolay değişmez, değişim olsa bile bu nesilden nesile genellikle sözlü olarak aktarıldı. Yani makbul ve makul olmayan davranış kalıpları bilinir, öğrenilir ve ona göre hareket edilirdi. Dolayısıyla yaşanılmakta olan aynı zamanda örnek alınması gerekendi.
Ortaya çıkan bu yeni literatürde ise âdâb-ı muâşeretten kasıt genel anlamda yaşam tarzı değil Avrupai yaşam tarzı, diğer bir deyişle alafranga yaşam biçimiydi. Dolayısıyla yaşanmakta olan değil yaşanması gerekendi. Bu kitaplarda özümsenmemiş, aslında ne olduğu tam olarak bilinmeyen, fakat uygulanması gereklilik olarak görülen bir muaşeret esasları benimsetilmeye ya da en azından gerektiğinde uygulamak üzere öğretilmeye çalışışıyordu. Kapsayıcı ve derin anlamlar içeren, maddi ve manevi her iki dünya ile ilintisi olan ve bir başka ifade ile dünyevi gündelik pratiklere uhrevi anlamlar yükleyerek ikisi arasındaki köprüyü kuran geleneksel âdâb-ı muâşeret, bu yeni literatürde yüzeyselleştirilerek yeme, içme, oturma, kalkma, selamlaşma gibi pratiklere indirgenmişti. Öte yandan bu gündelik pratiklere öylesine anlamlar yüklenmiştir ki, bu pratiklerin uygulanma biçimi uygulayanın gerici ya da ilerici, medeni ya da ilkel, kibar ya da kaba olduğunu göstermekte ve kişiyi tanımlayan başlıca kriter olarak kabul edilmekteydi. 17 Haziran 1875 tarihli Hayal mecmuasında basılan bir karikatürde alaturka kıyafet giyen bir hanım alafranga kıyafetli diğerine “Kız bu nasıl kıyafet? Utanmaz mısın?” demekte, diğeri ise ona ”Bu asr-ı terakkide sen utan kıyafetinden.” diye cevap vermektedir. (1) Görünen o ki, yeni âdâb-ı muâşeret aktörleri ve muhalifleri ile toplumsal ayrışmaya neden olmuştu.
1880’li yılların sonlarından itibaren âdâb-ı muâşeret ya da benzer (zarafet, nezaket, usul-i muâşeret, alafranga gibi) başlıklar altında yayımlanan kitaplar ilk bakışta bir janr olarak nitelendirilmekte ve Batılılaşma ya da Avrupalılaşma söylemi içerisine hapsedilmektedir. Oysa bu literatürün en önemli ortak noktası bir değişimin varlığını kabul etmek ve ona göre tavır almaktır. Fakat tavır alış biçimleri değişimi algılama tarzlarına göre farklılık göstermektedir. Bu nedenle hatırı sayılır sayıda âdâb-ı muâşeret kitabı âdâb-ı muâşeret olarak Avrupa adab-ı muaşaretini yazarken, buna karşı tavır alan, geleneksel âdâb-ı muâşereti ahlak çerçevesinde okuyucusuna hatırlatmaya çalışan ya da ikisi arasında bir sentez yapmaya çalışan yazarların sayısı da dikkate değerdir.
Tam da bu noktada Amasyalı İbrahim Edhem tarafından 1898’de (1316) yayımlanan Rehber-i Müsafirîn ve Adâb-ı Muâşeret kitabı zikredilmeye değerdir. Kasbar Matbaası tarafından basılan kitap aynı zamanda ilk yayımlanan âdâb-ı muâşeret kitapları arasında yer almaktadır. Kitap herhangi bir dilden tercüme olmayıp telif olarak yayımlanmıştır. Bu kitabın en önemli özelliği dönemindeki mevcut âdâb-ı muâşeret literatürünün içerisinde farklı bir bakış açısına sahip olmasıdır. Mevcut literatür Osmanlı dünyasında yaşanılan değişimi Batılılaşma olarak kabul etmekte ve bunun lehinde ya da karşısında ya da ikisi arasında bir yerde tavır almaya çalışmaktadır. Rehber-i Müsafirîn ve Adâb-ı Muâşeret ise Osmanlı toplumsal hayatında yaşanan değişikliğin farkında olarak fakat kendisini değişimin hehangi bir tarafında konumlandırmadan referanslarını bizzat İstanbul’da yaşanmakta olan adât ve ve muâşeretten alarak yazılmıştır. Bu yüzden kitabın başlıca konusu Dersaadet yani İstanbul âdâb-ı muâşeretidir. Kitabın hedeflenen okuyucu kitlesi ise İstanbul’a herhangi bir görev için gelen memurlar ve seyyahlardır.
Rehber-i Müsafirîn ve Adâb-ı Muâşeret adından da anlaşılacağı üzere rehber kitap olarak tasarlanmıştır. Bu nedenle İstanbul’a yeni gelen kişiye önce nerelere nasıl gidilebileceği konusunda bilgi vermektedir. Bu bilgiler içerisinde tramvay, şimendifer, tünel gibi İstanbul’un ulaşım imkanlarından hastaneler, mektepler, kütüphaneler, mesireler gibi ziyaret edilelebilecek ya da ihtiyaç duyulabilecek mekan ya da kurumlara kadar ayrıntılı bilgiler yer almaktadır. Bu bilgilere ilaveten İbrahim Edhem bu kurum ya da mekanlarda icrası lazım gelen Dersaadet’e özgü adât ve muâşeret esaslarını da ayrıntılı bir şekilde vermektedir ki bu da şehir rehberi hüviyetindeki kitabı aynı zamanda bir muâşeret kitabı yapmaktadır. Ancak şehir yaşamının önemli kurum ve mekanlarından bahsederken İbrahim Edhem, cami ve tekke gibi yapılara yer vermemekte bunu ise itizar (özür) bölümünde yalnız misafirlerin ihtiyaç duyabileceği hususları zikrettiğini söyleyerek açıklamaktadır. Taşra’dan gelen memurun böylesine bir bilgiye ihtiyaç duymayacağının düşünmesi ama bir yandan da bunu özür bahsinde açıklama ihtiyacı hissetmesi Osmanlı toplumunda dünyevileşme ya da sekülerleşmeye doğru bir temayülün olduğu şeklide yorumlanabilir.
Rehber-i Müsafirîn ve Adâb-ı Muâşeret meşruiyetinini Dersaadet’te ahlak, adât ve âdâb-ı muâşeretin taşradan farklı olmasına dayandırmaktadır.(2) Kitaba göre taşradan İstanbul’a yeni gelen bir memur bu farklılıkları bilmediği için sıkıntı yaşayabilir. Örneğin “ Dersaadette yeni gelen birine konu komşu, gazino, kahve müdavimleri hüsn-i iltifat ve teveccüh göstermez. Taşrada sıcak karşılanmaya alışan kişi bunu yanlış anlayabilir. Bir süre sonra hüviyet-i etvar ve meşvarı ortaya çıktıkça hüsn-i iltifata ya da aksine mazhar olur. (3) Yazara göre, “Altın her yerde altındır, hiçbir yerde itibarı eksilmez.” (4) Aslında dönemin pekçok âdâb-ı muâşeret kitabı yazarı da “kişinin kendisine yapılacak muamelatı kendisinin belirlediği” argümanını benimsemişlerdir. Ahmet Midhat Efendi Avrupalıların ilk karşılaşmada kişinin kalıbını, kıyafetini, halini, şanını süzdüklerini ve ona göre muamelede bulunduklarını söyler. (5) İbrahim Edhem’e göre ise “Herkesin ne derece bir adam olduğu adab ve tavriyesiyle tezahür eder. (6) Öte yandan kişinin davranışlarıyla karşısındakinin muamelatını belirleyecek olması geleneksel âdâb-ı muâşeret algısıyla pek de örtüşmemektedir. Nitekim yine bu dönemde Âdâb-ı Muâşeret Nasıl Hasıl Olur ismiyle telif bir muâşeret kitabı yayımlayan Mehmed Emin kişinin kıyafet ve muâşeretine göre muamelede bulunulmaması gerektiğini, hangi etvar ve ahval içerisinde olursa olsun herkesin saygı ve hürmeti hakettiğini söyler ve yeni yeni zuhur eden âdâb-ı muâşereti de Osmanlı adât-ı kavmiyesine uymadığı için eleştirir.
Son olarak, Amasyalı İbrahim Edhem döneminin Dersaadet’inde hali hazırda uygulanmakta olan âdâb-ı muâşereti yazmaya gayret etse de dönemin başlıca kavramlarından biri olan ve hemen her muâşeret kitabı yazarı tarafından izah edilmeye çalışılan alafranga kelimesi hakkında birkaç söz söylemeden geçemez ve kitabının sonunda kendisinin alafranga hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle açıklamaya çalışır:
“Bazı kimseler istediğim yerde oturup istediğim mahalde gezerim bana kim ne karışır diyerek bir takım mugayir-i adâb evza’ ve harekatında alafranga namıyla hoş görmek gibi hatada bulunur.
Halbuki şer’i kanuna mugayir harekatın terbiyesizlik olacağında şüphe olunamayacağı gibi alafranga âdâb-ı muâşeret neden ibaret olduğundan da bi haber olduğu, alafranga âdâb-ı muâşeret hakkında erbabının büyük himmetler sarfıyla vücuda getirdikleri asar bir güzideyi nazar-ı dikkat ve mütalaadan güzar u’l-vakt bu alafranga imiş diye zehab olunan harekatın alafranga olmayıp dinen ve mezheben tecviz olunamayan efal-i mekruhadan olduğu anlaşılır. Mamafih biz ki, lehülhamd ve’l-menh ehl-i İslam ve tabaka-i sadıka-i devlet-i aliye-i Osmaniye’deniz. Şeren ve nizamen makbul ve mergub olan âdâb-ı muâşereti itiyad etmekle mükellefiz. Çünkü pek çok mevadda alafrangada hürmet-i mahsusadan ma’dud olan hususat bizce bir aksidir. Bu surette alafranga bir şeyi yapacağım derken erbabı nezdinde mugayir-i adab bir kusurda bulunmuş olur ki, terbiyesizlikle itham edileceğine şüphe olunamaz.” (7)
--------
1 - Karikatür için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2006, s. 53.
2 - Amasyalı İbrahim Edhem, Rehber-i Müsafirîn ve Adâb-ı Muâşeret, İstanbul: Kasbar Matbaası, 1898, s. 33.
3- A.g.e., s. 34.
4- A.g.e., s. 35.
5- Ahmet Midhat, Avrupa Adab-ı Muaşereti Yahud Alafranga, İstanbul: İkdam Matbaası, 1312 (1894)s. 50.
6- Amasyalı İbrahim Edhem, s. 41.
7 - A.g.e., s. 51-52.