17 Aralık itibari ile başlayan sürecin oluşturduğu ortam pek çok açıdan sıkıntılı ve acı verici. İki tarafın yaptığı açıklamalar da konuyu tedavi etmekten uzak ve aynı zamanda yan tesir oluşturur mahiyette ve pek çoğu çatışmayı derinleştirici amaca matuf.

Zaman geçtiğinde oluşan yan tesirlerin, uzun vadede, daha etkili hale gelebileceğinin işaretleri beliriyor. Özellikle hükümet yetkilileri ve ona yönelik destek veren yazarların yazı ve konuşmalarında cemaat merkezli eleştirilerde, güncelden etkiyle, an’a taalluk eden, geleceği tutuklayan tanımlar yapılmakta.

Gündemde olan grubun hatasından kalkılarak, cemaatlerin işlevlerinin tanımlanmaya kalkışılması gelecekte semantik sorunlar oluşturacağı izlenimini veriyor. Cemaatlerin ahiretle ilgilenmesini öne koyanların yaptığı, laikliğin müminler eliyle inşası ve izahı değilse nedir?

Ümmet sayısız küçük cemaatten oluşan üst bir cemaat değil midir? Temel referansı Kitap olan bu büyük kitle içinde, meşrebi ve şartları gereği, belli önceliklerden dolayı, bir yapı oluşturabilirler. Öyle ki, bu yapı siyasete yönelik de olabilir.

Siyaseti denetleyen veya yön veren daha farklı yapıların olmasında ne mahsur olabilir? Cemaat kavramını bir gruba mahsus kullanarak, yanlış örnek üzerinden kavramların yükünü berhava etmemek gerek.

Devletin hatırına, statülerin arzusu için değerleri küçük görme eğilimi, farklı bir sekülerleşme anlayışını doğurur.

“Allah’a (cc) şirk, devlete şerik-ortak koşulmaz” sözü de değişik açılardan sakıncalı, maksadı aşan bir sözdür. Tekerleme ve kafiye tutkusunun kışkırtması değilse, bu söz kutsal devlet söyleminin ana sloganı olur.

Kundaktaki kardeşini öldüren padişaha, ”Menziline iletti” diyerek masumlaştıran anlayışın algısında devletle Mevla, bir cümle içinde böylesine, saygıdan uzak biçimiyle bir araya gelir.

Çadır devletiyken, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen Edebali’nin kurucu felsefesinin saray aşamasıyla nasıl dönüştüğünü ve Bizans’ın tanrı devletinden beslenip günümüzde bakanın diline ulaştığını görmek, tedirgin edici bir durum olsa gerek.

Diğer taraftan, hükümetle devlet ilişkisini böylesine güçlü ilişkilendirmek de ürküntü veriyor. Yapılacak hataların devletin arkasına saklanılarak, onun “kutsallığına” atfedileceği çağrışımı açıkça hissediliyor.

İnsana hizmet etmeyen devletin, doğruyu ve yanlışı kendi bildiğini vehmeden devletin elinden kırbaç düşmez.

Ne hikmettir bilinmez, aynı eleştirileri sivilken yapanlar, yetki aldıklarında ne oluyor, nasıl oluyor da hikmet-i hükümetle de yetinmeyip hikmet-i devlete ulaşıyorlar?

Yaşanan soruna seküler devlet algısı üzerinden eleştiri getirilirken, karşı yapı da aynı argümanlar üzerinden söylemini kuruyor. Ortaya paylaşılması gereken ve savunulması gereken iki mekanizma zuhur ediyor.

Bu tutumlar içinden biri, bunun açık mücadelesini vermiş olduğundan ve milletten onay almış olduğundan görevine sahip çıkıyor. Diğerinin neden meşru olduğunu sadece kendi biliyor.

Ortaya çıkan tablo aynı kıble insanını ilgilendirdiği için, öncelikle hak sorunu olarak tebarüz eder. Her şeyden önce devreye kardeşlik hukuku girer. Kardeşlik hukukunun kaynağı iki tarafça malumdur. Dahası, yapıp edilenlerin bu kaynakça kabul edilemez olduğu da ortadadır.

Belki bu yüzden aracılık durumu da ortadan kalkmıştır.

Söz verilmeyen bir Kitap...

Hayata giremeyen bir Kitap...

Ve sorunların çözümünde adres kabul edilmeyen bir Kitap...