Bu, sürekli bir uzaklaşma; her zaman uzaklaşmaya eğilimlidir keklik, avcı hiç eksik olmaz yanından yöresinden çünkü. Şimdi farklı bir sebep, hepsinden önemli bir sebep öne çıkarak dikkatimizi ufka doğru süzülen kanatlara çeviriyor.

Rap şarkıları eşliğinde dansediyor varoş çocukları. Kimisi Michael Jackson’ı taklit ediyor,  kimisi olağanüstü bir çabayla kolbastıyı yorumluyor kendince. Dans figürüyle havalara sıçrayan genç, uzamsal/sınıfsal bir sıçramayı da adımlamayı umuyor belki. Ülkeyi bir fantazyalar âleminden tasvir ederken Sultanbeyli’yi Broadway gözlüğüyle uzaktan izleyen  köşe yazarı ise, varoşların dans meraklısı gençlerde oluşturduğu yıkıcı umutsuzluğu sürüyor ileriye. Ona kalırsa ortaya konulan sanat değil, umutsuzluk çırpınışlarıdır. Bizim varoşlarımızdan sanat çıkmaz.

Izdırap ve yoksunluk bazen insanı yüksek (yüce) mertebelere sıçratmazmış gibi…

Jacques Ranciere’nin Filozof ve Yoksulları’nda üzerinde durduğu steril sosyologlara özgü halk tiksintisi bizim memleketimizde çoğu kez, muhalif yapının dini inançlarla ilgili göstergelerine yönelir. Başörtülü kadın genellikle çirkin, içki satılan dükkandan alış veriş yapmamaya çalışan delikanlı fanatik, yerli seslere kulağı açık bestekâr arabesk, denize kendi kurallarıyla girmeye çalışan genç adam “kıro”dur.

Şiirin, türkünün ve efsanenin kaynağı, kekliğin kanat açarak ulaşmaya çalıştığı bir yerlerde olmalı; bunu bize Blake  mısraları söyler, Yunus Emre bildirir. Sanat aşkı bazen karlı yolları aşmaya götürür bozkır çocuğunu, bir başına. Rahmetli Ahmet Uluçay bir elinden diğerine aktardığı sıcaklığını koruyan ve aynı zamanda öğünü de olan bir patatesle ısınmaya çalışarak aşıyordu köyünden kasabaya giden yolu, kış sabahlarında.  

Ve bir de “keklik bizden uzaklaştı” türküsü… Bir türkü nasıl böyle bütün zamanlara bütün insanlara can evlerinden yakalayacak şekilde seslenebilir… Nasıl bir türkü bu; sözleri dile getiren duyarlık, hangi kaynaklardan beslendi…

Her sesin birbirine eşit olduğu, bir sesin baskın çıkamadığı, tüm zamanların bilinen müzik sistemlerini altüst eden  atonal müzik üzerine düşünüyor, okumalar yapıyorum. Sesler arasında belli statüler öne süren tonal musikinin tahtı atonal,  sesleri birbirine eşitleyen 12 ton müziği yaklaşımıyla çöktü geçen yüzyılın başlarında, Avrupa’da. 

Müzikte tonalitenin yüzyıllar süren hakimiyeti, sözde sınıfsal ayrımları ve toplumsal ayrılıkları aşmayı kolaylaştıran evrensel bir müzik göstergesinin galibiyeti anlamına geliyordu. Müziğin bu tek evrensel “yazılı ve basılı” dili, başka her hangi bir müzik dilinin varlık iddiasına izin vermezdi. Kilisenin uhrevi mesajından da güç alan Batı müziğinin  totaliter yapısına karşı atonal (çok sesli) musikinin imkânlarını öne çıkartan Avusturyalı müzisyen Schönberg, çok seslilik yoluyla müziği çeşitlendirerek evrendeki ilk ilkel güce dönüştürmek ya da en azından o kaynağa alabildiğine yaklaştırmak istemişti.

Çok sesli müzik, siyasi açıdan kısıtlı bir toplum yapısına dönük köktenci bir eleştiriyi de destekler. Schönberg’in tonaliteyi terk edişi, Picasso ve Kandinski’nin resimde perpektifi terk edişiyle  aynı döneme rastlar. (1908) Bu negatif jestler kültürel alanda büyük boşluklar oluşması anlamına geliyordu.  Yüz yıl kadar sonra  her alanda çok sesliliğin muteber olduğu bir dönemde, kitleselleşmiş pop kültürü oluşan boşluğu dolduruyor gibi görünüyor. Buna karşılık –ve doğal olarak- sanatsal alandaki doyumsuzluk sürüyor.

ABD’li anarşist sosyal eleştirmen John Zerzan  “…özgünlüğün dışlanmasına varan kümülatif bir dinamizm”den söz ediyor: Tonalitenin çöküşü, ne müzik ne de toplumsallık açısından sahici anlamda bir çok sesliliği getirebilmiş değil. (Gelecekteki İlkel, Kaos; 2000)

O yüzden de kekliğin kanat seslerini duymak isteyenler, ilk kaynağa ulaşmak umuduyla tabiata çeviriyor yüzlerini.

Bizde ise çok sesli müziğin benimsenmesi hatta “halkçı sanat”, “gerçekçi sanat”   adına halkımıza tek sesli,  hayatın seslerini steril bir işlemden geçirterek malzemeye dönüştüren  bir sanatsal üretim dayatılmıştır, tek sesli siyasetle uyumlu olarak… “Çağdaş uygarlığa” ulaşma  hedefi açısından benimsenen  “çok sesli” müziğin ülkemizde tek sesli (tek dilli, tek toplumlu, tek isimli) siyaseti destekleyecek şekilde yorumlanması bana hep ilginç gelir.

Kekliği biraz daha, biraz daha uzaklaşmaya zorlayan yıkıcı bir girişimdir bu, sıra dışı sesleri kaynağında boğması, yetenekleri koşullandırması, varlığını aykırı sesleri bastırma şiddetine bağlaması nedeniyle; devrimci kuruculuk iddiasına karşılık.

Bir tarafta yerli müziğe yasaklar, kısıtlamalar getiriliyor, diğer tarafta Bela Bartok gelip Anadolu köylerinden türkü deriyor.

Aradan zaman geçti, askeri darbeler, kültürel şoklar yaşandı. Çok sesliliği her alana hakim kılma amacı öne çıktı, ideolojik duvarlar yıkılırken. Keklik ise uzaklaşmaya devam etti, farklı bir şekilde yolunda gitmeyen bir şeylerin haberini vermek ister gibi.

Belki de kekliğin şimdilerde uzaklaşmaya zorlayan sebep,  siyasal ve sosyal alanlarda öne sürülen çok sesliliğin tam tersi amaçlara kapı açması ihtimalidir.  Öteki’nin eşiğinden geçmeye çalışırken kendimize ait ev tanınmaz hale mi geliyor… Her soruya en kabule şayan cevabı yetiştirmeye çalışırken kendi sesimizi mi yitiriyoruz… Çok seslilik,  kendi sesimizi bulma adına hep aynı sesi yinelemekten ileri gelen bir ses tuzağına dönüşmesin… 

Kulaklarımızı açsak, kekliğin kanat seslerini duyacağız, öyle bir vaadi var çok sesli söylemlerin. Gelgelelim bizden uzaklaşmaya devam ediyor keklik. Hünkar Kalesi’ni aşmakla kalmıyor, yitiyor ufukta, kanatlarını dalgalandırarak.

Tonal ya da atonal müziğin imkanlarıyla veya kısıtlamalarıyla ilgili olmayan başka bir sebep var burada, gönül tellerini titreten seslerin kaynağıyla, bu kaynağın idraki konusunda çoğalan yoksullaşmayla ilgili hayati önemde bir fark.