Türk toplumu, en az 150 yıllık Batılılaşma macerasının doğurduğu sancıları, çelişkileri hâlâ aşamadığı, ortaya çıkan sorunları kendi 'varoluş iklimi'nde çözemediği için temel insani meselelerde bile çatışma çıkıyor. Dışardan bakan biri için tam bir parçalanmışlık, farklı dünyalara ait kutuplaşma görüntüsü veren tartışmalar aslında medeniyet krizini aşamamanın bir sonucu. Başörtüsü tartışmalarının ortaya çıkardığı 'şizofrenik toplum' görüntüsü aslında Batılı iddialarımıza rağmen medeniyet krizinin ne kadar sarsıcı, derin olduğu ve hâlâ aşılamadığının göstergesi...
'Resmi Türkiye'nin medeniyet tercihini Batı'dan yana koyması sadece kağıt üstünde, tüm meselelerin hallolması anlamına geliyor. Eğer, biz İslam medeniyet dairesine ait değil de; Batı-dışı farklı bir medeniyetten gelip Batılılaşma'da karar kılmış olsaydık, muhtemelen pekçok sorun kağıt üstünde gösterildiği gibi halledilmiş olacaktı. Tıpkı Japonların, Uzakdoğu toplumlarının Batı ile girdikleri ilişkide olduğu gibi. Mesela, bize Japon mucizesi olarak takdim edilen palavra, aslında kapitalist toplum modeline eklemlenmiş, kendi özgünlüğünden hiçbir şey katamayan bir kültürün asimile ediliş hikayesidir. "Geleneğe bağlılık" olarak gösterilen sembolik unsurların varlığına tebessümle bakacak kadar deneyimli kapitalist mantalite. Kapitalizmin en büyük başarısı da farklı kültürleri içine çekerken aynı zamanda ona eklemlenme kabiliyetinde yatıyor. Sonuçta, Japon mucizesi denilen şey, modern dünyaya farklı, orijinal hiçbir değer katmayan bir toplumun adaptasyon macerasıdır.
Bize gelince, medeniyet değiştirmeye karar verenler her şeyi bir kenara bırakıp medeniyetimizin özünü oluşturan dinle hesaplaşmaları gerekiyordu. Nitekim Batılılaşma çabaları eninde sonunda dinle hesaplaşmak zorundaydı. Bu hesaplaşma kimi zaman dini yanına alarak meşruiyetini sağlamaya çalışsa da (Osmanlı Batılılaşması'nın ilk dönemleri) çoğunlukla dinin devre dışı bırakılma çabaları olarak ortaya çıkacaktı.
Dinin hayattan sürülmesi resmi olarak tamamlanmış bir proje olabilir. Resmi Türkiye yönünü tümüyle Batı medeniyetine çevirmiş, Batı medeniyetine ait olmak için kapıları zorluyor olabilir. Batılılaşma projesini kimi dönem cebren de olsa sürdürmekte ısrarlı olanların, bir gecede medeniyet değiştirdiğimize inanmak isteyenlerin görmezden geldikleri husus; dinin yerine neyin konacağı sorusuna cevap verememiş olmalarıdır. Müslümanlığın bu milletin tarihinin, kimliğinin şekillenmesindeki belirleyiciliğini yok sayarak yola çıkılmış olsa da doğurduğu boşluk hâlâ doldurulamamıştır.
Zaten sorun da bu boşluğun başka bir şeyle ikame edilemeyeceğini bazılarının hala anlamamış olmasıdır.
Türkiye, Osmanlı Batılılaşması'yla başlayan ve gittikçe şiddetlenerek devam eden dinin bu topluma sunduğu 'varoluş imkanları'nı görmezden gelinmesi, bastırılması, hayattan kovulmak istenmesinin sancılarını yaşamaktadır.
Dinin bıraktığı boşluk doldurulamayacağı içindir ki sekülarizmle kurduğumuz ilişki adeta dini bir ilişkiye dönüşmüştür. Modernleşme projelerini ideolojiyi de aşan bir yaklaşımla adeta din gibi kutsallaştıran kimi seçkinci kesimlerin izah edilemez tutumlarının kaynağı burada yatıyor.
Türkiye'de seçkinci zümrelerin din konusunda bu derece histerik tavır takınmaları aslında kendilerinin sığındığı meşruiyet alanlarının din karşısında tutunacak hiçbir anlam çerçevesi sunamamaktan kaynaklanıyor. Böylesine sarsıcı bir meşruiyet krizi yaşayan çevrelerin en doğal özgürlük talepleri karşısında bile krize girmelerinin temelinde dinin bu topluma sunduğu varoluş imkanıyla hesaplaşma cesareti göstermemesi, ne sosyolojik olarak ne de ontolojik olarak onun bıraktığı boşluluğu dolduracak alternatif üretememesidir. Onlar açısından işin daha vahim tarafı böyle bir ihtimalin olmayışını çok derinlerde hissetseler bile itiraf etmekten yani kendileriyle samimi bir hesaplaşmayı göze alamamalarıdır. Cumhuriyeti kuran parti olma ayrıcalığını her fırsatta kullananların, yine dinden deliller getirerek, adeta 'din iyi güzel ama yasak olsun, bizim olsun' anlamına gelecek tavrı yüzleşmeden kaçış tavrı değil midir?
'Seküler bağlanma' o denli dini mahiyet arzediyor ki, tercih olmaktan çıkıp karanlık- aydınlık zıtlaşmasından tarihsel geçmişi, geleceği belirleyen bir kader inancına dönüşüyor. İktidar üzerinden sistemle barışmaya hazır hale getirilmiş büyük çoğunluk arasındaki çatlağın kapatılma girişimleri sırf bu nedenle, "karanlık tercihleri"nden dolayı bir kez daha reddediliyor.
Kaynak: Yeni Şafak