Dünkü yazımda yaklaşık on gündür Fransa'da bulunduğumu okurlarla paylaşmış idim; arada sırada ülkemize, yaşanan sorunlara biraz uzaklardan bakmak yararlı olabiliyor doğrusu.

Türkiye 2004 Aralık ayından bu yana siyaseten ve hukuken, Ekim 2005'ten beri de fiilen AB ile resmi katılım müzakereleri sürecini sürdüren bir ülke.

Diğer bir anlatımla Türkiye artık AB'ye aday bir ülke değil, katılım sürecinde katılım müzakerelerini yapan ya da yapması gereken bir ülke; diğer tüm eski aday ülkeler de aynı süreçten geçmiş ülkeler.

Ancak, herkesin bildiği başka bir gerçek de Türkiye'nin katılım müzakereleri sürecinin diğer ülkelerde olduğu, geçtiği gibi sürmediği, çeşitli sorunlarla karşılaşıldığı.

Türkiye'yi diğer eski aday ülkelerden farklılaştıran bu durumu da birileri ısrarla Sarkozy, Merkel türü faktörlere bağlıyorlar; doğrudur, Sarkozy ya da Merkel gibi faktörlerin içinde bulunduğumuz olumsuz konjonktürde payı vardır ama sıkıntıyı böyle açıklamanın çok da doğru olmadığı kanısındayım.

Benim kişisel kanaatim esas sıkıntının bizim içimizde konuya ilişkin kabul edilebilir bir mutabakatın hala oluşmaması ve bunun nedeni de bir ölçüde yerleşik avantaların kaybı ise ikinci bir neden de sürecin anlaşılmamış olmasıdır.

Türkiye'nin önemli bir bölümünün özellikle ulus devlet ya da milli devlet kavramının 21. yüzyılda gelmiş olduğu aşamayı tam kavrayamadığı anlaşılmaktadır; içeride yaşanan tartışmaları ve sözde duyarlıkları bir kez daha düşündüğünüzde bu kanım daha da pekişmektedir.

Strasburg'da Almanya'dan Fransa'ya 'Avrupa köprüsü' isimli bir köprüyü, Ren nehrini aşarak geçiyorsunuz ve yakın tarihte birbirlerine karşı inanılması güç düşmanlıklar ve vahşet üretebilmiş bir iki ülke arasında sınır kavramının kalmadığını görmek insanı bazı konularda düşünmeye mecbur kılıyor.

Sembolik olarak en çok ilgimi çeken görüntü artık kapanmış, bir anlamda tarih olmuş Fransız gümrüğünün eski yerinde yazılı kalmış olan 'Fransız Gümrükleri' (Douanes françaises) yazısında f ve r harflerinin düşmüş ya da silinmiş olması oldu; iki eski düşman ülke arasında artık ne mal, ne hizmetler ne de insanların geçişinde en küçük bir kısıtlama yok, Bostancı'dan Suadiye'ye gider gibi gidiyorsunuz, şayet oraları bilmiyorsanız ülke değiştirdiğinizi dahi anlamıyorsunuz.

Türkiye'nin bu duruma gelmesinin önünde hálá çok önemli engeller olduğunu ve bu engellerin bir kısmını da Avrupalılar'ın koyduğunu öne sürebilirsiniz, bu iddia kısmen doğru da olabilir ama önemli ve belirleyici olan mevcuda takılı kalmak değil değişen süreci ve bu çok hızlı değişen sürecin Türkiye'yi nasıl etkileyeceğini algılamak.

Avrupa köprüsü üzerinden geçerken Türkiye'de yükseldiği söylenen ulusalcı gürültüleri düşünüyorsunuz ve içiniz, süreci yine ıskalayacağımız ihtimalinin ciddiyetinden burkuluyor.

Sembolik Avrupa köprüsü Kıbrıs'dan gelecek mallara deniz ve hava limanlarını açmamamız konusundaki ısrarımızın komikliğini, koca Türkiye'nin Kadıköy ilçesinin dörtte biri kadar bir ülkeyle diplomatik ilişki duyarlığının tuhaflığını daha net gösteriyor; üstelik kulaklarımızda Kıbrıs meselesinde daima bir adım önde olma çok önemli ve olumlu sözü hala çınlarken.

Ulusalcılığın yükseldiği iddiasının doğru olmadığını tahmin ediyorum ve diliyorum zira ulusalcılık artık çağla uyum içinde olmayan bir kavram ve Türkiye'mizde çağla uyum göstermeyen bir kavram tırmandıkca, yükselişe geçtikce bu tırmanış, bu yükselme Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının her yönden inişe geçmesi anlamına gelecektir, bunun çok net görülmesi ve anlatılması lazım.

 
 Kaynak: Star