Başbakan Tayyip Erdoğan 22 Temmuz 2007 akşamı seçim zaferinin açıklanmasından sonra AKP genel merkezinin balkonuna çıkarak şunları söyledi:
"Milletimiz önemli bir çoğunluğu ile AK Parti'yi toplumsal merkezin adresi olarak tescil etmiştir... Çok partili siyasi hayatımızda hiçbir parti iktidarda iken oylarını artırarak iktidarda kalamamıştır... Bu seçimde kazanan, milletimiz olmuştur, geleceğimiz olmuştur, güven ve istikrar olmuştur... AK Parti'yi tercih etmeyenlerin mesajlarını anlıyorum... Hiçbir ayrım yapmadan, Türkiye'yi bir ve bütün olarak kucaklamaya söz veriyoruz... Yeni dönemde Meclis'te temsil edilecek bütün siyasi partilerimizi kutluyorum. Herkesi bu yeni sayfanın gereklerine göre hareket etmeye davet ediyorum. Ben şahsım ve partim adına kimseye kırgın değilim... Cumhuriyetimizin çağdaşlaşma hedeflerinin takipçisi olacağız. Halkımızın yaşam standartlarının yükselmesi için ekonomik kalkınmayı ve demokratik reformları azimle sürdüreceğiz..."
Yerli ve yabancı yorumculardan giderek daha sık duyulan bir görüşe göre, eğer Erdoğan bu sözlerine sadık kalsaydı şunları yapması gerekirdi: Seçim öncesinden hazırlıkları başlatılan yeni anayasa çalışmalarına hız verirdi. AB'den gelen olumsuz sinyallere aldırmadan AB reformlarına dört elle sarılırdı. Ağustos 2005'te Diyarbakır'da yaptığı konuşmada dile getirdiği yaklaşıma sırt çevireceğine, Kürt sorununun halli ve iç barışın sağlanması yolunda atılacak adımları geciktirmeden uygulamaya koyardı.
Muharrem Ayı Orucu iftarına katılarak Alevi yurttaşlara verdiği kardeşlik ve birlik mesajlarına sadık kalır, taleplerinin karşılanacağına dair yaptığı vaadleri yerine getirirdi. Yalnız AKP'ye oy verenlerin değil bütün milletin partisi olma iddiasına uygun olarak, muhalefet partileriyle çatışacağına uygar bir diyalog kurar, Cumhurbaşkanlığı gibi önemli bir makama getirilecek kişi konusunda mutabakat arardı.
Başörtüsü yasağı sorununda, kendisini yanıltan danışmanları dinlemez ve/veya MHP'nin tuzağına düşmez, bu yasağı bütün öteki özgürlük kısıtlamalarıyla birlikte, yeni anayasa ile kaldırırdı. AKP'nin Türkiye'yi İran, Malezya ya da Ürdün'e çevireceği korkularını yayanlara karşı, bunların ağına düşen yurttaşların kaygılarını giderecek önlemler alabilir, örneğin başörtüsü yasağının kamu görevlileri ve reşit olmayan öğrenciler açısından devam edeceği güvencesini anayasa taslağına koyardı. Siyasal sistemin bütün mevzilerini ele geçirme ve atamalarda yandaşlarına öncelik vermek yerine, bundan uzak durarak herkese güven verirdi, vs.
Bu görüşte olanların bazılarına göre de, Başbakan Erdoğan bugün bile 22 Temmuz ruhuna dönebilir, bu takdirde ülkenin AKP'yi kapatma davasıyla içine girdiği siyasi kriz çok daha kolay atlatılabilir. Bu bağlamda, muhalefetle ve muhaliflerle anlamsız ağız dalaşına son verebilir, Bakanlar Kurulu'nu yenileyebilir, gerekirse parti dışından, korku ve kaygıları giderecek nitelikte kimseleri hükümete alabilir, vs.
AKP'nin 22 Temmuz sonrası performansına yönelik eleştirilerin çoğunda haklılık payı olduğu muhakkak. Elbette ki bu eleştiriler, bundan böyle AK (ya da PAK) Parti'ye yol gösterici olmalı. Ne var ki şu soruların da sorulması gerekmez mi? AKP hükümetinin 22 Temmuz sonrasında reformlara dört elle sarılması, örneğin yeni anayasa için bastırması halinde, kapatma davası acaba 14 Mart'tan da önce açılmaz, iktidarın başına türlü belalar örülmez miydi? Evet, AKP 6 yıllık iktidarında Türkiye'nin bugüne kadarki en reformcu partisi olduğunu gösterdi. Ama AKP'den kusursuz, mükemmel, hata yapmaz, yanılmaz reformculuk ve yönetim beklemek ne kadar gerçekçidir? Demokratlara düşen, niye kusursuz reformcu olamadı, niye yanlışlar yaptı diyerek AKP'yi suçlamak yerine, öncelikle krizi doğuranlara tavır almak değil midir? Siyasi partilerin demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları olduğunu, bütün iktidarların yanlış yapabileceğini, yanlış yapanların seçimle gideceğini savunmak ve ısrarla savunmak değil midir?
Kaynak: Zaman