Bir arife gününde, kim bilir hangi baskında amansızca vurularak Hakk'ın rahmetine kavuşmuş erlerden birinin ayakkabıları yırtık çocuğu görünüyordu ekranda. Askere gidinceye kadar belki eline silah almamış gençlerin tecrübeli teröristlerin karşısına çıkarılmasının utancıyla girilecekti yeni bir bayrama...
Bayram hatıralarından söz açıldığında insanlar sözü bir şekilde ayakkabılarına getirirler; yenilendiği için mutlu eden ya da eskiliği nedeniyle bir sızı oluşturan ayakkabılar…
Nevruz Bayramı, öncelikle ayakkabıların yenilendiği bayram olarak bilinir bu bayramın canlılığını koruduğu beldelerde. Yılın ilk gününün sabahında gözlerini açan çocuk, yanı başında yeni yılda giyeceği ayakkabıyı bulacağından kuşku duymaz. İnsanların çarıkla, sonraları kara lastikle dolaştığı zor zamanlara özgüymüş gibi görünüyor şimdi çoklarına, bir bayram sabahı yaşanan yeni bir çift ayakkabı sevinci. Zaman kimileri için zor yüzünü göstermeye devam ediyor olmalı, hepimiz o kadar iyi bilmesek de.
Fotoğraflar, film kareleri, gazete haberleri, dolabında ikinci bir çift ayakkabısı bulunmayan insanların haberlerini bir yas atmosferinden bildirmeye devam ediyor.
Dar gelirli babasının yüreğini sıkıştırmamak için ayakkabısız kaldığını bildirmeyen çocuklar hala bir yerlerde yaşıyor, sinema filmlerine bakılırsa.
Üslup sahibi yönetmen Mecid Mecidi, o çok sevilen filmi "Gökyüzü Çocukları"nda (1997), dolabında ikinci bir çift ayakkabısı bulunmayan iki kardeşin mahrumiyetlerle dolu dünyalarındaki asalete bizi inandırıyor. Bir süredir aynı ayakkabıyı giyerek okula gidip gelen iki kardeş, babalarına bildirmeden yeni bir çift ayakkabıya sahip olmaya çalışırlar. Yeni bir çift ayakkabı, iki kardeşin de kendi okul saati konusunda özgürleşmesi demek; çünkü, Zehra'nın ayakkabısının Ali tarafından tamirciye götürüldüğü sırada yitirildiğini anne-babaları bilsin istemez ikisi de ve okula sırayla Ali'nin ayakkabısını giyerek giderler. Eski, şeklini yitirmiş ve ayağa büyük gelen spor ayakkabı okul yolunda nasıl da yeni bir değer kazanır! Yitip giden ayakkabıların ardından gözler nasıl da ayakların âleminde gezinmeye başlar! Bir ayakkabıcı dükkanının vitrini nasıl da umutsuzca güzel sahneler sunar! Dünya neredeyse bütünüyle ayakkabılardan ibaret görünüyorken, onlar hala aynı ayakkabıyla okula gitmeyi sürdürüyorlar. Ali camii önündeki ayakkabıları diziyor ve o sırada ayakkabıya çok ihtiyaç duyduğu halde, bu ayakkabılardan birini alıp kaçmayı aklından bile geçirmiyor.
Yoksulluğun bir diğer yüzünü, muhtaç olanın ihtiyaçları tarafından biçimlenmeye izin vermeyen direnişini, kanaatkarlığın açtığı ince ferahlama yollarını göstermesi filmi değerli kılıyor.
Sözün bittiği yerde ayakkabılar dile getirilemez bir yaranın ifadesine dönüşebilir. Ortadadır çünkü, tabanları dışında, örtbas edilemez durumda görünmekte cümle âleme.
O artık konuşamaz olunca sözü ayakkabılarına bırakmıştı, bilmeden istemeden. Çıkarları için çıkmadı bu yola. Parayla satılmadı. Yüreğini pazara sürmedi. Doğduğu toprakları sevmeye devam etti. Bu sevgiyi bir nümayiş halinde göstermeye de gönül indirmedi. Kar yağar, fırtına çıkar, paltolar dolaplardan çıkartılır, kalın çoraplar temin edilir, ama ayakkabılar hemen değiştirilmezdi. Her zaman önceleyeceği başka ihtiyaçları oldu. Su faturası, kitap gazete ve belki bir yetimin ilaç parası. Otobüs bileti, ev kirası, yeni bir kitap, annesinin sütü kuruyan bebeğe kuru süt parası. İşte yaz gelmek üzere, denilirdi. İşte kış çıktı çıkacak, diye gün sayılırdı.
"Nerede tükettin ömrünü? İz bırakmadan kayıp gittin; senin rüyan neydi peki? Neyle yaşadın hayatını", diye soruyordu ya Ciaron, Çürümenin Kitabı'nda…
Senin rüyan neydi, bıraktığın iz ne olacak… Senin, benim, rüyamız, rüyalarımız…
Ve senin o kendini erdemlice geriye çekişin, medyatik bir gösteriye kalkmadan, görkemli törenlere konuk edilmeden, iyi ve doğru olan konusunda bir karara varabilmek için benliğini kazımayı sürdürürken…
Geriye çekilişin, sınırda, dağda, evinde, kovuğunda, masanın başında, tevazuunu tantanalı sunumlarla bildirmekten duyduğun hicapla…
Çünkü tevazu yırtık bir ayakkabıyı (veya pantalonu) gösterecek şekilde giymekte değil, o ayakkabıyı değiştirmede ağırdan almayı gerektiren ihtiyaçlar sıralamasının mantığında aranması gereken bir erdem olabilirdi; bunu bildin. Ve tevazu mahrumiyetlerin sergilenmesinin ötesinde, kendinde var olan hazineyi, kendinde değerlenen birikimi yerli yerince, kararınca bildirmekti; bunu yaşadın.
Ayakkabın yırtıktı, bunu insanlara sen göstermedin. Bazen canını verme pahasına göründü parçalanmış ayakkabı tabanın, ister istemez göründü.
Bir geriye çekiliş, olabildiği kadar sessizce, kendini yatıştırmaya çalışarak, hızla atan kalbine karşılık, kardeşliğin sesini duymak üzere, kelimelerini titizlikle seçiş, yas günlerinde bile… Düğünde bayramda bile seçilen bir hüzün, yetimliği bilişin hüznü yüzünde, hizmet ehli olmaya götüren gani gönüllülüğün, kalender meşrep mizacının mahcup tebessümünü bastırırdı.
Pusuda hayatını yitiren bir erin evladının, Diyarbakır'ın bir köyünde hayat mücadelesi vermekte olan, oğlunu dağlara kaptırmış gözü yaşlı ananın, bir ölüm kuyusunun derinliklerinden kurtarılabilmiş ayakkabı tekinin, iki kardeşin darlık içindeki ailenin bütçesine bir yük daha bindirmemek için paylaştığı bir çift eski spor ayakkabının, kardeşliğin kıymetini takdir edemeyecek kadar çocuk yaşta (ergenleşememiş) ve bir o kadar da kalbi körelmiş bir güruha kurban giden Hırant Dink'in yırtık ayakkabılarının ortak dili öyle kolay kolay silinebilir mi toplumsal hafızadan...