Haziran 2007’nin sonlarında (21-22 Haziran’da) yapılan Avrupa Birliği zirvesinde, siyasî açıdan Avrupa Birliği’nin ilerleyişinin, AB anayasasını hazırlayanların istediklerinden oldukça yavaş gittiği görüldü. Oysa AB için bir anayasa öngören anlaşma bundan sadece üç yıl önce imzalanmıştı.
Bu yavaşlamanın -nispeten şeklî- göstergelerinden biri, “anayasa” kelimesinin yerini artık “reform anlaşması” ifadesinin alması ve “dış işleri görüşmecisi”nin artık “dış işleri bakanı” olarak isimlendirilmekten vazgeçilmesidir.
Ancak 2009’daki Avrupa Parlamentosu seçimlerinden önce, Avrupa Birliği’nin nihâi şekliyle ilgili yapılacak görüşmeleri dikkate almazsak, geliştirme operasyonunun özünün halen varlığını korumaya devam ettiğini de söylemek gerekiyor.
Avrupa Birliği’nin karşılaştığı teknik ve metotsal engeller, aslında gerçek engellerin özünü yansıtıyor. Bu durum en iyi, birlik içindeki ana devletlerin dış siyasetlerinin sürekli olarak birbirinden uzaklaşmasında ortaya çıkıyor; eskilerden Fransa, Almanya ve İngiltere, yenilerden de Polonya örneğinde olduğu gibi.
Washington ile İlişkilerin Geleceği
Geçmiş aşamalarda olduğu gibi, şu anda da açık bir şekilde görülüyor ki, AB ülkelerinde yapılan seçimlerle ulusal yönetimlerin (iktidarların) değişmesinin olumlu veya olumsuz etkileri, doğrudan Avrupa Birliği sürecine de yansıyor.
Geride kalan seneler, “anayasa” hakkındaki ilkesel ikrarların Almanya, Fransa ve İngiltere’de iktidar değişikliği getirdiğini de tescil etti. Bütün bunlar bir çok yönden, yeni gelişmeler silsilesine kapı açıyor.
Bu gelişmelerin en açığı ve hakkında en rahat öngörüde bulunulanı Avrupa – Amerika ilişkileriyle bağlantılı olanıdır. Çünkü Almanya’da Gerhard Schröder’in yerine Angela Merkel’in ve sonra da Fransa’da Jacques Chirac’ın yerine Nicholas Sarkozy’nin iktidara gelmesi, (Amerika’ya karşı sergilenen tavır açısından) yeni bir Almanya-Fransa ekseninin doğduğu kanaatinin oluşmasına yol açtı.
Bilindiği gibi Amerika’nın Irak’ı işgaline karşı en şiddetli muhalefeti Schröder ve Chirac yönetimlerindeki Almanya-Fransa ekseni sergilemiş ve bu muhalefet, etkileri halen devam eden bir Nato krizine yol açmıştı. Şu anki yeni eksenin içinde, iki ülkedeki (Almanya ve Fransa’daki) Amerikan siyasetinin en açık destekçileri yer alıyor.
Ancak uygulama alanına geçildiğinde -pek çok sebepten dolayı- yeni bir Almanya-Fransa ekseni doğduğu kanaatinin beklenen etkileri hızla kayboluyor. Bu sebeplerin en önemlileri şunlardır:
1- Merkel iktidara, Washington ile ilişkiler açısından, (gücü ve hareket alanı) sınırlandırılmış bir şekilde ulaştı. Çünkü Merkel’in koalisyon hükümetindeki ortağı Sosyal Demokrat Parti (SPD)’dir. Yani 2005’teki seçimlere kadar liderliğini Schröder’in yaptığı parti.
Hem Merkel, hem de kendi partisi olan Hıristiyan Demokrat Parti (CDU) biliyor ki, siyasî rakipleri SPD’nin son parlamento seçiminde oylarının gerilemesinin sebebi, Afganistan’dan sonra Irak’ta da Amerika’nın askerî egemenliğine karşı çıkması değildir.
Diğer taraftan Merkel, Sosyal Demokrat Partili dışişleri bakanı Frank-Walter Steinmeier ile birlikte kendi yetki alanına giren dış siyasette, muhalefette iken Washington’a verdiği şiddetli destek tavrından farklı bir tavır sergiliyor.
2- Aynı şeyleri Fransa’da devlet başkanlığı makamına ulaşmasının ardından Sarkozy için söylemek zor. Ancak bu makama ulaşmasının üzerinden 100 gün geçtiği halde, seçim kampanyalarında vermiş olduğu “neo-conlar” (yeni muhafazakârlar) ile mutlak bir ittifak görüntüsüyle uyuşan bir manzara da ortaya çıkmış değildir.
3- Merkel ve Sarkozy’nin yönetimdeki istikrarları, her ne kadar Washington ile çok sağlam bir irtibat içinde bulunmayı onaylama siyasetinin istikrarı şeklinde ortaya çıkıyorsa da, diğer taraftan bu durum başkan Bush’un kendi ülkesinin iç siyasetinde en zayıf bulunduğu zamana denk geliyor. Özellikle de teröre karşı savaş adı altında Afganistan ve Irak’ta izlediği askerî siyasetle ilgili meselelerde.
Avrupalı siyasetçiler kendilerini “Amerikalılardan daha Amerikancı” konumuna düşürecek bir tavrı asla benimsemeyeceklerdir. Aksine şimdiden Bush döneminden sonraki ilişkilere zorunlu hazırlık kapsamında, belli bir ölçüde, Washington’un mevcut siyasetiyle olan farklılıklarını ortaya çıkarma yoluna gidiyorlar.
4- Bu yaklaşımı tekit eden en bariz işaretlerden biri, İngiltere’deki iktidarın değişmesidir; ancak aksi yönde. Yani yönetimin, Bush’un birinci müttefiki olan Tony Blair’den, Gordon Brown’a geçmiş olmasıdır. Bilindiği gibi Brown, Blair hükümeti içinde, Blair’in dış siyasetini en çok eleştiren kişidir. Aynı şekilde Blair’in işçi partisi liderliğindeki eski rakibidir.
Brown ile Bush arasındaki ilk buluşma büyük çelişkilere sahne olmadıysa da, buluşmaya (samimiyetten uzak) diplomatik nezaketin hakim olduğu gözlerden kaçmadı.
Bu buluşmadan kısa bir süre sonra, İşçi Partili parlamenterlerin çoğunluğu oluşturduğu, İngiltere Parlamentosu Dış İşleri Komisyonu’ndan yapılan açıklama, Brown’un söylediklerini yapma kararlılığında olduğunu ve İngiltere’nin dış siyasetini açık bir şekilde Amerika’nın dış siyasetinden -özellikle de Bush’un ve neo-conların temsil ettiği siyasetten- ayıracağını tekit ediyor. Bu durum, söz konusu komisyonun tasavvurlarının, bizzat Londra hükümetinin kendi tasavvurlarıyla örtüştüğünü de tekit ediyor.
Burada şu hususu zikretmek yerinde olacaktır: İngiltere’nin son Avrupa Birliği zirvesinde sergilediği tavır, siyasî birliğin, Avrupa anayasasının ve dışişleri bakanının işaret ettiği seviyenin altında kalmasına sebep oldu. Ancak bu durum, Washington ile sahip olunan sağlam ilişkilerden çok, İngiltere’nin siyasî olarak kendisini, kara Avrupa devletlerinden ayrı tutması ile bağlantılıdır.
Avrupa ve Amerika arasındaki anlaşmazlık noktalarına şu hususları da eklemek mümkündür: Amerika’nın “füze kalkanı projesi”ne karşı sergilenen yaklaşımlar ve Rusya’nın bu projeye itirazları; uluslararası ticaret ve para politikaları; ve Afganistan’daki mevcut askerî meseleyle ilgili kronik anlaşmazlık.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Avrupa ile Amerika arasındaki bu ve diğer sıkıntılı ilişkiler, en azından Bush döneminin sonuna kadar anlaşmazlık noktaları olarak kalmaya devam edecektir.
Tabi Avrupa ve Amerika arasında mevcut olan bu anlaşmazlıkların yanında, geçmişte ve şu anda, önem dereceleri farklılık arz eden pek çok ittifak noktası bulunduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Kosova, İran ve Sudan meselelerindeki ilişkiler gibi. Bütün bunlara bir de, Avrupa ve Amerika’nın ekonomik çıkarlarının büyük ölçüde içiçe girmiş olduğunu da eklemek gerekiyor.
Aynı şekilde her iki taraf, İslâmî terör olarak isimlendirilen tehlike ile mücadele etme temelinde de buluşuyorlar. Bu noktada buluşmaları, İslâm bölgelerinde bir medeniyet oluşumuna karşı duydukları ortak ve derin korkunun, tarif edilemeyecek kadar büyük olduğunu ortaya koyuyor.
Ortak Çıkarlar ve Ulusal Çıkarlar
Avrupa açısından Washington ile olan ilişkilerin önemine ve aradaki anlaşmazlıkların Avrupa’nın siyasî birliği üzerindeki etkilerine rağmen, Avrupa Birliği’nin siyasî geleceğinin belirlenmesindeki en önemli faktörler, birliğin kendi kutupları arasındaki ilişkilerde gizlidir.
İşte bu noktada çok açık bir şekilde ortaya çıkan durum şudur: Ulusal düzeydeki iktidar değişiklikleri, Avrupa çapındaki ilişkilerin dönüşümüne yol açıyor. Buna verilecek en önemli örnek Fransa-Almanya eksenidir. Bu eksen onlarca sene, Avrupa’nın ortak seyrinin temel ateşleyicisi olmuştur.
Hem Merkel, hem de Sarkozy, kendi ülkelerindeki siyaset yelpazesinin sağ kanadında yer almalarına rağmen, aralarındaki “aleni anlaşmazlık” derecesindeki rekabet noktalarının, iki devletin Avrupa siyasetindeki ittifak noktalarını örtmesi de mümkündür. Sarkozy’nin devlet başkanlığı seçimini kazanmasından sonra, bu yöndeki delillerin arkası kesilmedi. O delillerden bazıları şunlardır:
1- İki şahsiyet arasında çelişki derecesine varan büyük farklılık. Merkel’in siyaseti, hedef konusunda ısrarcı olmakla birlikte, sakin bir üslup üzerine kuruludur. Yine Merkel, bir meselede kesin bir tavır almak için, bu konuda karşılaşacağı itirazları aşmasına yetecek kadar faktörün toplanması için beklemeyi esas alıyor. Sarkozy’nin siyasî üslubu ise, siyasî durumların, -üzerinde iyice düşünülmeden- yaydığı kanaat üzerine kuruludur.
2- Merkel hem Hıristiyan Demokrat Birlik Partisi’ndeki, hem de Berlin’deki koalisyon hükümetindeki liderliğini sağlamlaştırıp oturtabildi. Aynı şekilde uluslararası meselelerle ilgilenmedeki, Almanya’nın uluslararası konumunu muhafaza etmedeki ve füze kalkanı anlaşmazlığı konusunda Washington ve Moskova ile olan ilişkilerdeki dengeleri korumadaki gücünü de ortaya koyabildi.
Sarkozy ise başkanlık seçiminden sonra, bir taraftan fiili liderliğini oturtma, diğer taraftan da iç ve dış meselelerde daha önce verdiği sözleri ve vaatleri gerçekleştirme gücünü gösterme durumunda kaldı. Bu durum onun, özellikle Almanya ile olan ilişkilerdeki gücünü gösterme noktasında çok büyük bir hırs sergilemesine yol açtı. Böyle yapmasının arka planında ise, Avrupa’nın liderliği için iki ülke arasında devam eden rekabet bulunuyor.
3- Almanya-Fransa eksenindeki farklılık sadece üslupla sınırlı kalmıyor; aksine siyasî meselelerin içeriğine de yansıyor. Bu durum, Avrupa Hava Savunma ve Uzay Şirketi’ne (EADS) bağlı Airbus’ın mâli durumunu düzeltmeye yönelik anlaşmaların değiştirilmesi noktasında, Sarkozy’nin Fransa’nın haklarını korumak için sergilediği gayretlerde -kısa süreliğine de olsa- açık bir şekilde görüldü.
Aynı şekilde bu durum, Sarkozy’nin (farklı konularda) Libya ile imzaladığı büyük anlaşmaları gösterişli bir havaya sokarak, “Bulgar hemşirelerin Libya’nın pençesinden kurtarılması” meselesinde, Avrupa’nın ışıklarını kendi üzerine çekme gayretinde de görüldü. Oysa söz konusu anlaşmaların hazırlıkları Chirac döneminde beri sürüyordu.
4- Avrupa Birliği’nin seyrinin önündeki engeller Fransa-Almanya ekseninin dışına da uzanıyor; özellikle de Doğu Avrupalı yeni üye ülkelerle ilişkilerde ortaya çıkıyor. Bu ülkelerin başında ise Polonya ve Çek Cumhuriyeti geliyor.
Bütün bunlar bu ülkelerin Amerika ile olan ilişkilerine ve Amerika’dan aldıkları desteğe de yansıyor. Aslında bu durum “eski Avrupa ve yeni Avrupa” arasına bir sınır koymaya daha yakın gözüküyor. Yine bu kapsamda yeni ülkeler, füze kalkanı gibi hassas bir meselede, Amerika’nın Avrupa topraklarında kuracağı tesislere onay vermek için, Avrupa Birliği’nin eski ortaklarıyla istişare etmekten de kaçınıyorlar.
Bütün bunlara, söz konusu ülkelerin, Avrupa Birliği’nin geleceğinde kendilerine daha iyi bir konum sağlamak için çabalamalarını da eklemek gerekiyor. Nitekim yeni oylama sisteminde, başta Almanya ve Fransa olmak üzere geleneksel büyük devletlerin lehine büyük ayrıcalıklar elde etme gayreti, bu çabaların açık bir örneğidir.
Güvenlik ve dış siyaset alanlarında, Avrupa politikalarında birlik sağlanmasının önündeki engeller kapsamında, ulusal ve ırkçı nitelik taşıyan yaklaşımlara verilecek daha fazla örnek saymak da mümkündür.
Bu noktada Paris’in izlediği “Frankofoni” siyasetinin etkisinin, Londra’nın izlediği siyasete üstünlük sağladığı görülüyor. Buna Fransa’nın -Dışişleri Komisyonu’nun söylediği gibi- “Araplar ve İslâm konusundaki kötü şöhretine” bir karşılık olarak, yeni yönelişlerin İngiltere’den çıkmasını tercih ettiğini de eklemek gerekiyor. Bütün bunlar Fransa’nın, bazı alanlarda Avrupa’nın ortak görüşüne karşı çıktığı veya ona farklı bir yönde etki etmek istediği anlamına geliyor. Daha önce ilişkilerini kestiği cihetlerle görüşmeyi istemesi de bunu gösteriyor.
İlişkileri kesme kararı, çeşitli itirazlara yol açmıştı. Bu kararı geçersiz kılmanın, gerçekte İngiltere ile ilişkilerde yaşanacak yeni bir sarsıntıdan daha fazlasına ihtiyacı yoktur.
Geleceğe İlişkin İhtimaller
Avrupa Birliği’nin düşe kalka ilerleyerek yol aldığı elli yıllık geçmişi, yukarıda bahsettiğimiz türden veya bunlardan daha önemli ve etkili engellerle doludur. Buna rağmen Birlik, büyük uluslararası gelişmelere paralel olarak, zaman zaman yeni sıçrayışlar da yaptı.
Bu sıçrayışların ilki Vietnam savaşından ve yetmişli yıllardaki ham petrol fiyatlarındaki devrimden sonra gerçekleşti. Söz konusu gelişmelerin malî yönden Amerika’yı zayıf düşürmüş olması, Avrupa’ya, sonu para birliğine çıkacak bir sürece girmenin ilk tohumlarını atma imkanı vermiştir.
Bu sıçrayışların sonuncusu ise, seksenli yılların sonuna doğru komünizmin ve doğu karargâhının (komünist blokun) çökmesiyle gerçekleşti. Çünkü bu gelişmelerin hemen ardından (AET'nin AB olması yolundaki son adım olan ekonomik ve parasal birliği de gerçekleştirme yolunu açan) Maastricht Anlaşması sürecine girildi. Bu anlaşma ile bir taraftan Avrupa’nın kendi güvenliğini oluşturma, diğer taraftan da -sayı, coğrafya ve ekonomik güç bakımından mevcudun iki mislini aşacak şekilde- Avrupa Birliği’ni genişletme yoluna girildi.
Diğer taraftan küreselleşme olgusunun getirdiği baskılar da, Avrupa’daki ekonomik işbirliği ve yardımlaşmanın, uluslararası bir kümeleşme haline dönüşmesine yardım etti. Aynı şekilde bu olgunun getirdiği baskılar Avrupa’nın -kapitalizmin ıslah anlayışına uygun olarak- geniş kapsamlı ekonomik ıslah faaliyetine girişmesinde de pay sahibi oldu. Bütün bunların amacı, uluslararası kutuplar arasındaki yeni rekabet ve mücadele zemininde, Avrupalıların uluslararası çıkarlarını ve ekonomik-mâli konumlarını koruyabilmektir.
“Amerika’nın tekli liderliği” olarak isimlendirilen durumdaki kötüye gidişin artması ve yine Amerika’nın giriştiği askerî maceralar silsilesinin ve buna bağlı siyasetlerin başarısızlığa uğramasıyla, Avrupalılar için yeni bir fırsatın ortaya çıkması da uzak bir ihtimal değildir.
Bu fırsatın, önümüzdeki seneler içinde, Avrupa Birliği’nin seyrinde, birleşik dış siyaset açısından mevcut engelleri aşabilecek yeni bir sıçrayış sağlayabileceği tercih edilecek bir ihtimaldir.
Ancak şu durumu da gözden kaçırmamak gerekiyor: Avrupa askerî sanayisinin geliştirilmesi ve bağımsız “acil müdahale” birliklerinin oluşturulması gibi Avrupa’nın kendi güvenliğini sağlama noktasında attığı büyük adımlar, NATO ittifakı içinde bulunmaya engel teşkil etmiyor. Üstelik Avrupa ısrarla, NATO içinde, soğuk savaş döneminde olduğu gibi Amerika’nın liderliğine boyun eğen bir konumda değil, aksine ortaklık konumunda bulunduğunu söylüyor.