Yeni anayasa çalışmalarının, 2011 seçimleri sonrasına ertelendiği artık açıklık kazanmıştır. Gerçekten, seçim zamanına kadar geçecek olan yaklaşık yedi aylık sürede yeni bir anayasa yapımı gibi uzun ve çetin tartışma ve müzakereleri gerektiren bir sürecin sonuçlandırılması mümkün değildir. Hele bu sürede bütçe görüşmelerinin tamamlanması, 2010 anayasa değişikliğinin gerektirdiği önemli uyum kanunlarının çıkarılması zorunluluğu ve seçim tarihinin belirlenmesinden sonra milletvekillerinin zaman ve enerjilerini anayasa konusuna yoğunlaştırmalarının güçlüğü nazara alınırsa, böyle bir ertelemenin gerçekçiliği konusunda kuşku duyulamaz.
Ancak bu, önümüzdeki sürede, seçimlerden sonraki anayasa yapımını kolaylaştıracak bazı iyileştirmelerde bulunulmasını, uluslararası ilişkilerdeki deyimiyle birtakım “güven arttırıcı önlemler” alınmasını gereksiz kılmamakta, hattâ bunu bir bakıma zorunlu hale getirmektedir. Çünkü yeni anayasanın yapımı önündeki engeller, kısmen sorunların özüne ilişkin olmakla beraber, kısmen de psikolojiktir. Denklemdeki taraflardan hiçbirinin diğer(ler)ine güven duymadığı çok açıktır. AK Partinin Meclisteki çoğunluğu nedeniyle zorunlu olarak belirleyici rol oynayacağı bir anayasa yapımı sürecine, CHP bunun laikliği zayıflatabileceği, MHP federasyona ya da bölünmeye yol açacağı, BDP de Kürt sorununda anlamlı bir iyileştirme getirmeyeceği, aksine amacın kendilerini tasfiye etmek ya da marjinalleştirmek olduğu gerekçeleriyle kuşkuyla bakmaktadır. Bu güvensizlik ortamı içinde, yeni anayasanın çözmek zorunda olduğu temel konular (Kürt sorunu ya da kimlikler sorunu, din-devlet ilişkileri sorunu ve seçilmiş organlar üzerindeki askerî-yargısal vesayet sorunu gibi) üzeride bırakalım yüzde yüz bir mutabakatı, oldukça geniş kapsamlı bir uzlaşmayı dahi sağlamak çok güçtür. Dolayısıyla, önümüzdeki aylarda alınabilecek olan bazı güven arttırıcı önlemler, bu güvensizlik havasını bir ölçüde de olsa dağıtabilir ve seçimler sonrasındaki anayasa yapımı sürecinin daha müzakereci ve uzlaşmacı bir ortamda gerçekleşmesini sağlayabilir ki, sürecin başarıya ulaşabilmesi bakımından bu zorunlu bir şarttır.
Siyasete geniş özgürlük
Bu önlemlerin önemli bir bölümü, halen ifade ve siyasal örgütlenme hürriyetleri üzerinde mevcut olan aşırı sınırlandırmaların hafifletilmesi veya kaldırılmasıdır. Son anayasa değişiklik paketinde, siyasal parti yasaklarını düzenleyen 68’inci madde hükümlerine dokunulmamıştır. Partilerin kapatılmalarını bir ölçüde güçleştirecek olan, kapatma usûlüne ilişkin teklif de, maalesef yeterli oy alamayarak paketten düşmüştür. Oysa, Türkiye’deki parti yasakları rejiminin, gerek uzun, geniş kapsamlı ve yoruma açık yasaklar listesi, gerek kapatma sürecini başlatmanın tamamen atanmış bir bürokratın (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı) sübjektif takdirine bırakılmış olması açılarından, evrensel demokratik normların çok gerisinde olduğu, bütün tarafsız gözlemcilerce kabul edilmektedir. Nitekim Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu’nun “Türkiye’de Siyasal Partilerin Yasaklanmasına İlişkin Anayasal ve Kanunî Hükümler” hakkındaki 13-14 Mart 2009 tarihli raporunda (para. 30, 107) şu ifadelere yer verilmektedir: “Türkiye’deki parti kapatma kurallarının en çarpıcı özelliği, kapatma veya yasaklama konusunda çok uzun bir maddî kriterler listesini, çok alçak bir usulî eşikle birleştirmiş olmalarıdır... Türkiye’de parti kapatmaya ilişkin mevcut kurallardaki temel sorun, gerek süreci başlatma usulleri, gerek partilerin yasaklanması ve kapatılması açılarından, eşiğin çok alçak oluşudur. Bu, başlı başına ve soyut olarak ortak Avrupa demokratik standartlarından sapmakta ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önündeki birçok Türkiye davasında görüldüğü gibi, AİHS’yi ihlal edecek eylemlere kolayca yol açabilmektedir.” Komisyon, parti kapatma sürecini başlatma inisyatifini tümüyle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na bırakan mevcut düzenlemeyi de, “diğer Avrupa ülkelerine oranla daha keyfi ve demokratik denetime daha az tâbi” olarak eleştirmektedir (para 105).
Yol gösterici ilkeler
Siyasi Partiler Kanunu’ndaki parti yasaklarının, Anayasanın 68’inci maddesindeki uzun yasaklar listesini de aşan çağdışı yasaklarla dolu olduğu herkesçe bilinmektedir. Ancak, Anayasanın 68’inci maddesi değiştirilmeden, Siyasî Partiler Kanununda kapsamlı ve anlamlı bir değişiklik yapmak güç görünmektedir. Dolayısıyla, Anayasanın 68 ve 69’uncu maddelerine ilişkin bir değişiklikle, Venedik Komisyonunun “Yol Gösterici İlkeler”inde önerildiği gibi, parti kapatma sebeplerini, şiddet yöntemleri kullanmak veya şiddeti savunmakla sınırlandırmak, kapatma usulü bakımından da kapatma sürecini başlatmanın, Başsavcıya değil, meselâ TBMM’nin nitelikli çoğunluğunun talebine bağlamak yerinde olacaktır. Böyle bir sınırlı anayasa değişikliği, muhtemelen, halkoylamasını zorunlu kılmayacak bir çoğunlukla kabul edilebilecektir. Böyle bir öneriye BDP’nin destek vermesi hemen hemen kesin olduğu gibi, CHP ve MHP’nin evrensel demokratik kriterlerin zorunlu kıldığı bir değişikliğe ilke olarak karşı çıkmaları çok güçtür. Bu mümkün olmadığı takdirde, hiç değilse, Siyasi Partiler Kanunundaki yasakların, Anayasanın 68’inci maddesindeki yasaklar listesi temelinde dahi savunulamayacak olanlarının, kanun değişikliği yoluyla kaldırılması zorunludur. Parti yasaklarının kaldırılması veya hafifletilmesi, hem önümüzdeki anayasa değişikliği tartışmalarının çok daha hür bir ortamda gerçekleştirilmesini sağlayacak, hem devamlı kapatılma tehdidi altında bulunan BDP’nin devlete olan güvensizliğinin hafifletilmesini temin edebilecektir.
Soyut kavram katı uygulama
Anayasa tartışmalarının daha serbest ve demokratik bir ortam içinde yapılmasını sağlayacak başka bir “güven arttırıcı önlem,” düşünce, ifade ve basın hürriyetleri üzerindeki bazı aşırı kısıtlamaların kaldırılması veya hafifletilmesidir. Halen basın mensupları hakkında 2000 civarında ceza dâvasının sürdüğü ifade edilmektedir ki, tek başına bu sayı bile, sorunun ciddiyetinin kanıtıdır. Bu dâvaların önemli bir bölümünün, yargı görevi yapanı etkileme (TCK m. 277), adlî soruşturmanın gizliliğinin ihlali (TCK m. 285) ve adlî yargılamayı etkilemeye teşebbüs (TCK m. 288) suçları ile ilgili oldukları anlaşılmaktadır. Gerçi, AİHS de (m. 10), “gizli haberlerin ifşasına mani olunması veya adalet kuvvetinin üstünlüğünün ve tarafsızlığının sağlanması için,” ifade hürriyetine bazı sınırlandırmalar getirilebileceğini kabul etmektedir ama, aynı madde gereğince bunların “demokratik bir toplumda zorunlu tedbirler” mahiyetinde olmaları şarttır. İki temel hak veya menfaatin çatıştığı durumlarda, bunların her ikisine mümkün olduğu kadar az zarar verecek bir denge ve orantılılığın gözetilmesi de, milletlerarası insan hakları hukukunun temel ilkelerinden biridir. Türkiye’deki sorun, söz konusu maddelerin metinlerinden çok, bunların yargı organlarımızca aşırı bir katılıkla yorumlanıp uygulanmasından kaynaklanmaktadır. Hâkim ve savcılarımızın zihniyet kalıplarını bir gecede değiştirmek mümkün olmadığına göre, yasama organının, bu suçların tanımlarını daha daraltacak ve somutlaştıracak yönde bir düzenleme çalışmasında bulunması gereklidir.
Gene kanun yoluyla iyileştirilmesi mümkün ve gerekli olan bir alan, terörle mücadele veya kamu barışının korunması kapsamı içinde düşünülebilecek suçlarla ilgilidir. Bunların bir bölümü Terörle Mücadele Kanununda, bir bölümü de TCK’nda yer almaktadır: Meselâ suçu ve suçluyu övme (m. 215), kanunlara uymamaya tahrik (m. 217), suç işlemek amacıyla örgüt kurmak, örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım etmek, örgütün veya amacının propagandasını yapmak (m. 220) gibi. Gene, soyut planda ve kağıt üzerinde makul gibi görünebilecek bu hükümler, özellikle yargı organı tarafından aşırı bir katılıkla yorumlanıp uygulandığı takdirde, özellikle Kürt sorununun barışçı ve demokratik çözümü konusunda ciddi engeller yaratmaktadır. Halen görülmekte olan KCK davası, bunun tipik örneklerinden biridir. Basına yansıyan bilgilere göre, suç sayılan eylemlerin hiç değilse bir bölümü, Batı demokrasilerinde ifade hürriyetinin sınırları içinde görülebilecek hususlardır.
Barışın zorunlu şartı
Diğer bir bölümünün de yukarıda değinilen maddelerin katı yorumlanması sonucunda suç kapsamına sokulması, Kürt sorununun barışçı çözümü için zorunlu şart olan güven duygusunu sarsmakta, halen Kürt siyasi hareketinin legal temsilcisi olan BDP’nde tasfiye korkusu uyandırmaktadır. Yukarıda da işaret ettiğim gibi, yargı mensuplarının zihniyet kalıplarını bir gecede değiştirmek mümkün değildir. Yürütme organının yargı üzerinde bir etkide bulunması ise, ne hukuken mümkün, ne de savunulabilecek bir davranıştır. Dolayısıyla burada da iş, yasama organına düşer görünmektedir. Yasama organı, anılan suçların kapsamını daraltmak, tanımlarını somutlaştırmak ve cezalarını hafifletmek yönünde yapacağı bir kanunî düzenleme ile, Kürt sorununun çözümüne büyük katkıda bulunabilir. TCK’nun 301’inci maddesinde yapılan değişikliğin, bu madde uyarınca yapılan kovuşturmaları ne ölçüde asgariye indirdiği hatırlanabilir. Uzun tutukluluk sürelerinin sınırlandırılmasına yönelik kanun çalışması sonuçlandırıldığında, bunun da elbette ülkedeki siyasal tansiyonun düşürülmesine önemli katkısı olacaktır. Günümüz Türkiye’sinin kendine özgü şartları, bu soruna soyut ve pozitivist, katı bir hukukçu zihniyetiyle değil, sorunun barışçı çözümünü öncelikler listesinin tepesine koyan, vizyon sahibi bir siyasi irade anlayışıyla yaklaşılmasını gerekli kılmaktadır. Güven arttırıcı önlemlerin diğerlerine, başka bir yazımda değinmeyi ümid ediyorum.
Kaynak: Star