Türkiye yeni bir anayasa yapma sürecine girdi. Sarsıla sarsıla yoluna devam eden bir ülke için sıradan olmayan, önemli bir durum bu. Darbelerin talebi doğrultusunda yapıla gelen anayasaların, benzer karakteri düşünüldüğünde, ilk defa, nispeten özgür ve sivil bir anayasa imkânı doğdu.
Beklentiler yüksek. Hemen her kesim, camiasını merkeze alan anayasa taslaklarını seslendiriyor.
Yapılacak anayasanın önünü açan, zemin güvenliği veren 12 Eylül oylamasını hatırlarsak, her şeyin bugünden fena olmayacağını düşünebiliriz. Evrilerek gelen anayasaların temel özelliği, vatandaş devlet ilişkisiyle tebarüz eder.
Mevcut anayasalar devraldığı güçle devlet, her türlü "kötülüğü" yapma potansiyelini de gördüğü vatandaşının, inancını, fikrini düzenlemeye çalıştı. Doğruyu, yanlışı belirleyerek, ontolojiden davranışa, boşluk bırakmaksızın, tek bir vatandaş tipine meşruiyet tanıdı.
Süregelen anayasalar, terbiye edici fonksiyonu ile vatandaşın karşısına "yüce" bir devlet koydu. "Tanrısal" özelliklere haiz bu devletin hikmeti tartışma dışıdır. Kimseye hesap vermez. Devleti âli menfaati, her şeyin üzerinde tutulur, devlet kendini ayakta tutan devletçi sınıfa "sakıncalı" çoğunluğu bastırma görevi yükledi. Baskının yetmediği yerde periyodik ihtilaller devreye alındı.
Aşkın karakterli devlet anlayışı ve ayrıcalıklı gruplar, kendilerine anayasanın değiştirilmesi teklif edilemeyen giriş bölümünün ilgili maddelerine atıfla meşruiyet kazanmaya çalıştılar. Bir başka ifadeyle, haklın çeşitliliğine, tek bir ideoloji baskısıyla hâkimiyet kuruldu. Oluşturulan hâkimiyet, silah gücü ve yasakla, kanun maddeleriyle korundu.
Gelinen aşamada imtiyazlarını yitirmek istemeyen, "ayrıcalıklı" gruplar direnmeye çalışıyor. Söz konusu direncin tavrı ve oranı on iki eylül oylamasında ortaya çıktı. Değişime karşı direnç gösteren kesim, hâkim ideolojinin yerinde kalması şartı ile değişime onay vereceğinin işaretlerini veriyor. Anayasanın girişindeki hâkim ideolojinin muhafazasını diretiyor.
Ancak, gelinen aşamada, söz konusu maddelerin yerinde kalması, yapılacak anayasayı "yeni" nitelemesine taşımayacak.
İnsan üzerine baskı kuran hâkim devlet yerine, anayasa ile gücü sınırlanan, varlığı insana hizmet olan ve farklılıklar arasındaki çatışmada hakemliği üstlenen bir devlet anlayışını ortaya çıkaracak perspektife ihtiyaç var.
Beklenen anayasanın felsefesi ne olmalı? sorusu bu aşamada gerekli sorulardan biridir.
Bütün insanlığın ortak değeri olan Evrensel Tabii Hukuk, bir başka ifadeyle; Temel Haklar, Hukuk Devletinin gereği olarak giriş bölümünde yer almalıdır. İnsanın maddi ve manevi varlığını koruyan haklar, metinden hayata akarak yaşantıya dönüştüğünde, adaletten söz edilebilir.
Yaşama hakkı ile başlayan, temel ihtiyaçlara karşılık gelen haklar, ayrımsız her insan için geçerlidir/olmalıdır.
Hukuk devleti, temel hak ve özgürlüklerin korunduğu, yaşandığı, inancın ve düşüncenin önündeki engellerin kaldırıldığı bir anlayışla vücut bulur. Hukuk devleti, bütün yapıp ettiklerini hukuk üzerinden izah etmek durumundadır. Kimsenin ayrıcalıklı olmadığı, durumdan vazife çıkaramadığı, kişinin inancının gereğini yaşadığında, yer yerinden oynamadığı, bir grubun diğer bir grup üzerine baskı kuramadığı ortam, hukuk devletinin marifetiyle oluşur.
Küreselleşen dünyada, ülkelerin iç içe geçmiş gibi birbirine bağımlı hale gelmesi, ister istemez, anayasaların ne kadar yerli olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Meselenin daha da önemli yanı, yerli anayasayı oluşturan irade, ifade edilen normları serbestçe mi, yoksa durumdan vazife çıkararak mı, mecburi yönün gereği olarak mı ele alıyor?
Bir anayasa hukukçusu, yapılacak anayasanın üzerinde yerli iradeye düşen oranın yüzde yirmi olduğunu söylemişti. Hal böyle olunca, her şeyi belli olmuş bir anayasa ile mi toplum meşgul oluyor sorusu da akla takılmıyor değil.
Bir Müslüman olarak, yeni anayasa beni ne ölçüde ilgilendiriyor? diye düşünmeye başladığımda, idealimle yakın irtibat kuramıyorum. Gölge etmesin razıyım. Yeni anayasa benim inancımı yaşamama engel olmasın yeter. İnancımın işine gelen yanını alıp bütününü yaşamama engel yapmasın.
Medine Vesikası fonksiyonu gibi bir işlev isabetli olur. Değerleri tartan ve dağıtan yapı yerine, değerleri kendi içinde yaşayan camiaların önündeki engelleri kaldırmak, daha isabetli olacaktır. Devlet, dışta savunma ve içerde hakem konumuyla varlık kazanmalı. Uluslararası sermayenin isteği doğrultusunda "Tahkim"i devreye alan anlayış, aynı konumu talep eden vatandaşlarını da dikkate almalıdır.
Müslümanların, dünyanın değişik ülkelerinde, azınlık halde yaşadıkları dikkatlerden kaçmamalıdır. Azınlık hakları tanımlanırken, bu şekilde empati kurmak sağlıklı yaklaşım için gerekli hale geliyor.
Mesele, öncelikle korkusuz bir konuşma, tartışma ortamını kurabilmek. Yasak yüzünden, yıllarca konuşulamayan, konulara sükunetle değinebilmek, sağlıklı konuşma ortamının ilk şartıdır.
Üstü kapatılan sorunlar halledilmiş olmuyor; ertelendiği için tenhada büyüyüp, daha sonra çok daha şedit olarak ortaya çıkıyor. "Teklif dahi edilemeyen" maddeler, değeri korumaktan ziyade, imtiyazları muhafaza etmektedir. Birlikten öte, ayrımcılığa imkan vermektedir.
Sorunun kaynağı olan, kutsal çatının özüne dokunmadıkça, temel felsefe değişmedikçe, bütün konuşmalar, yenilik çabaları, fındık kabuğunu doldurmayacaktır.