İyi kanun koy.Kötü kanun yapan kişi
daha yaşarken ölmüş demektir.
Kutadgu Bilig, Hashacib Yusuf
1070 yılında Kaşgar'dan seslenen Karahanlı sarayının bilge baş mabeyncisi Yusuf'un çağrısı duyabilen kulakları bekliyor. Sivil anayasa tartışmalarıyla geçeceğe benzeyen hayli uzun bir dönemin herkes açısından selametle sonuçlandırılmasının yolu "yaşarken ölmeme" keyfiyetinin sadece Meclis'te temsil edilen partilere değil bütün siyasi partilere ve toplumun duyarlı kesimlerine de düşen bir sorumluluk olduğu hakikatinden geçer. Üzerinde tartışacağımız bir zemin olması bakımından taslak hazırlama sorumluluğu elbette iktidar partisine düşer. Bu taslağı katkılarla geliştirmek ve iyileştirmek, varsa unutulmuş veya yeterince güçlü vurgulanmamış konuları savunmak ve/veya sanal korkularla abartılmış gerçeklik algısına dayalı yanılgıların hayatlarımızı artık daha fazla çekilmez hale getirmesine engel olmak mağdurlar bir tarafa bahusus adalet duygusunu yitirmemiş herkese düşer.
On binlerce gencin hayatına mal olan etnik temelli problemlerin barışçı ve bütünlükçü çözümü için ve milyonlarca kadının hayatını karartan, birçoğunun yabancı ülkelere gitmek zorunda kalarak bir anlamda sürgün hayatına sebep olan, eğitim ve çalışma gibi en temel iki hakkın kullanılması önünde engel olan başörtüsü yasağını kaldırmak için yeni sivil anayasa önemli bir fırsattır. Yeni anayasanın eğitim ve çalışma hayatını düzenleyen maddelerinde bu iki husus mutlaka güvenceye alınmalıdır. Allah'ın bizler için üstünlük ve ayrılık değil tanışma vesilesi olarak seçip beğendiği özelliklerimizi -Kürtlüğümüzü, Türklüğümüzü, Zazalığımızı, Boşnakığımızı, Çerkesliğimizi, Arnavutluğumuzu vs – beğenmeyip görmezden gelmek herhalde en başta Allah'ın zoruna gitse gerektir. Madem bu özelliklerin biri diğerine üstün değildir o halde biri için tanınmış olunan haklar diğerleri için de tanınmalıdır. Resmi dil herkesin ortak kullanabildiği tek dil olan Türkçe olmak kaydıyla, örgün eğitim kurumlarında bir batı dilinin yanı sıra, Kürtçe, Boşnakça, Zazaca, Arnavutça, Çerkesce, Gürcüce vs. gibi bu topraklarda yaşayan insanların konuştukları diller de öğretilebilmelidir. Yalnız eğitimde değil çalışma hayatında da hiç bir istisnaya yer olmaksızın, genel ahlaka aykırı olmamak koşuluyla kılık kıyafet serbest olmalıdır.
Türkiye'nin kaygıları nedeniyle çözmekte başarısız olduğu ve akıl almaz beşeri ve ekonomik maliyetlere sebep olan bu iki önemli hususa ilişkin yapılması gereken anayasal düzenlemeler kamuoyunda detaylı tartışılırken, her zamanki gibi batılı devletler ve kurumlarca desteklenen etnik temelli problem düşük profille konuşulmuş, adeta geçiştirilmiş ama batılı kurumlar ve devletlerce arkalanmayan belki karşı çıkılan başörtüsü konusu ise akla zarar bir sığlıkta gündemin baş köşesine oturtulmuştur. Seçkin ve bol tirajlı Türk medyası, en gözde haberci ve köşe yazarlarını bir medeniyet misyoneri edasıyla Malezya'ya göndererek pehlivan tefrikaları yayınlar gibi orada yaşananların gerçek içyüzünü ibret ve acıma duygusuyla gafil ve bihaber (!) Türk halkına anlatıp koro halinde laiklik adına uyanık olma çağrıları yaptılar: On yıl önce kimse Malezya'da herkesin türban takacağını tahmin edemezmiş! Ne zaman ki bir gaflet eseri serbest bırakılmış herkes türban takar olmuş! Bu değerlendirmeyi yapan zihniyet, kendince çağdışı bulduğu ve belirli nispete kadar varlığına tahammül ettiği bir giyim tarzının yaygınlaşmasına engel olma imkanı vermeyen bir düzenlemeye tahammül edemeyen yasakçı ve müdahaleci zihniyettir. Bu anlayış, toplumu reşit kabul etmeme ve onlar için neyin iyi neyin kötü olduğuna karar verme yetkisini kamu otoritesine verme anlayışının tipik numunesidir. Otoriterdir, belki daha çok totaliterdir. Bir giyinişin toplumda özgür tercih ile kabul görmesinden ve yaygınlaşmasından endişe duyma hakkı nereden alınmaktadır? Beğenmeyen giymez olur biter. Fakat burada hemen, ispatı mümkün olmayan bir "mahalle baskısı" kavramı ile bu yaygınlaşmayı açıklama zekaveti gösteriliyor. Sanki kendilerinin yaptıkları bu haberler ve medya baskısı bir başka açıdan "yukarı mahallenin baskısı" demek değilmiş gibi. Eğer genel ahlaka aykırı değil ise, zorla giyilmiyor ve başkalarına da zorla giydirilmiyor ise kimin ne giyeceğinin kararını neden başkaları versin? Ayrıca dünyadaki örnekler içinde Türkiye ile kıyaslanması en uygun olmayan ülkelerden biridir Malezya. Nasıl ki Lübnan'da anayasal olarak hangi etnik grubun -Maruni, Sünni, Şia, Dürzi, Hıristiyan Arap- hangi siyasi ve bürokratik makamda temsil edileceği belirlenmiş ise Malezya'da da üç farklı dine mensup üç etnik grubun -Malay, Çinli, Hintli- ekonomik, bürokratik ve siyasi pozisyonları anayasal olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla anayasal olarak belirli yerlere gelmesi mümkün olmayan Hintli ve Çinliler kendi varlıklarını belirginleştirebilmek ve vurgulayabilmek amacıyla etnik ve dini kimliklerine her yerde görüldüğünden daha fazla sarılmışlar bu da Müslüman Malaylarda her yerde görüldüğünden daha fazla dini sembollere sarılma şeklinde tepkisel davranışlara sebep olmuştur. Türkiye'de -devlet kurumlarının çeşitli etnik aidiyetlere ve kültürlere ilişkin inkarcı politikalarının doğurduğu toplum ile devlet arasındaki bir takım gerilimler bir yana-, en azından bunca karma evlilikler var iken -Kürt ile Çerkez, Türk ile Kürt, Boşnak ile Kürt, Arnavut ile Zaza vs-, Malezya'dakine uzaktan yakından benzer, toplumsal düzeyde bir etnik gerilimden kim söz edebilir. Bütün bu açılardan değerlendirildiğinde, Malezya Türkiye benzetmesi, maalesef, ancak başörtüsü alerjisi olarak tanımlanabilecek bir patolojik laikçi tepkiden başka bir şey demek değildir.
Yazının başında sözü edilen düzenlemeleri yapmak için anayasa değişikliğine gerek olmadığı, kanunlarla ve hatta yönetmeliklerle bile bunların düzenlenebileceğine dair birçok tez ayrıca bu süreçte ileri sürüldü. Dünyanın birçok yerinde kanunla düzenlenen hususların anayasada yer almasını istemek belki anayasa tekniği açısından uygun bulunmayabilir ama "ülkemize ait özel koşullar" dikkate alındığında bunun izahı mümkündür. Bürokratik ve hukuki direnç "ülkemize ait özel koşullar"ın varlığı iddiasıyla temel özgürlükleri öylesine ihlal etmektedir ki bu türden özgürlük alanları açmak için çıkaracağınız bir yasa anayasaya aykırılığı nedeniyle derhal iptal edilebilme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu direncin üstesinden gelmenin ve anayasaya aykırılık iddiasını mesnetsiz kılmanın yegâne yolu anayasayı değiştirmek olduğu için başka ülkelerde kanunla yapılabilecek birtakım değişiklikler ülkemizde ancak anayasal değişiklikle mümkün olabilmektedir.
Bu değişiklikleri kararlılıkla yapmak için muhtaç olduğumuz kudret; bir takım bürokratik ve siyasi kurumların ürettiği sanal korkuların milletin gerçek gündeminde yerinin olmadığını açıkça gösteren 22 Temmuz iradesinde mevcuttur. Demokrasilerde iktidarlar gücü ve meşruiyeti, iç iktidar odaklarının -bürokrasi, basın, sermaye vs- muhalefetini seçmen desteğiyle dengeleyerek elde eder, dış iktidar odaklarının -ABD, AB vs- desteğiyle seçmen iradesini ikame ederek değil. Dağ fare doğurmamalıdır ve artık seçmen beklentileri mutlaka bu tarihi dönmede dikkate alınmalıdır. Siyaseti, kendi kişisel tarihçesinde bir kariyer planlaması olarak algılayan menfaatçi bir faaliyet olarak görmek yerine milletin büyük tarihinde çözülememiş meselelerinin çözümü ve önünün açılması olarak algılayan fedakâr ve müteal bir beşer faaliyeti olarak gören bir siyasal liderlik ancak bu türden çetrefil meselelerin üstesinden gelebilir. Milletimiz, 22 Temmuz'da sorumluluk verdiği siyasilerinden bu tarihi liderliği ve kararlılığı beklemektedir.
Hashacib Yusuf, adil hakanın tahtının üçayak üzerinde durduğunu söylüyor: bıçak, şeker ve zehir. Bıçak, hüküm vermekte keskin ve işleri uzatmayan hususiyetidir hakanın. Şeker başkalarından zulüm görüp adalet isteyenlere sunulur, zehir ise zorbalara içirmek için. Varsın hakanın zehiri olsun ama bizim istediğimiz bıçak ve şeker. Keskin ve çabuk bir adalet ve tamir edilmesi gönüllerimizin.
Ahmet Faruk ÜNSAL: 22. Dönem Adıyaman Milletvekili