Artık bir iç savaş halini alan Suriye'deki karmaşa birçok açıdan ciddi anlamda ders verici nitelikte.
Her şeyden evvel Suriye'de yaşananlar, bölgedeki diğer gelişmeler ile birlikte değerlendirildiğinde, Arap Baharı denilen sürecin pek de belirli bir şablon üretemediğini gösteriyor. Bu baharın halk taleplerinin siyaset alanına taşınmasına yardımcı olduğu şeklindeki genel kanaatin Suriye örneğinde artık pek geçerliliği bulunmuyor. Siyasî ve askerî mevzilenmeler bu ülkede, kabul etsek de etmesek de, dinî ve mezhepsel hatlar etrafında gerçekleşiyor. Aslında benzer sorun diğer "Arap Baharı" ülkeleri için de kısmen geçerli. Nispeten güçlü bir devlet geleneği olan Mısır dışında baharın gerçekten de umut taşıdığı yegâne ülke belki de Tunus. Böylesi bir ortamda uzun vadeli ve etkin siyasal sonuçlar ummak fazlaca iyimserlik olur. Bu nokta aslında büyük bir önem arz ediyor çünkü gerek Türkiye ve gerekse de uluslararası toplumun diğer ilgili aktörleri açısından Suriye'nin geleceği konusunda politikalar üretmenin zorluğuna işaret ediyor. Ne kadar direnirse dirensin artık Esed için Suriye'de bir gelecek olmadığı ortada. Asıl problem, Esed sonrası Suriye'de ve bölgede ne olacağının belirsiz olması. Bugün muhalif denilen ve kendi içinde birlik arz eden bir grubun olup olmadığı bile tartışmalı iken Esed sonrası dönemde bu grubun birlikte hareket edebileceğini dahi öngörmek son derece güç. Bütün bunlar gerek Türkiye ve gerekse de diğer ilgili aktörler açısından etkili ve sonuç getirici bir politika üretmenin zorluğunu hatırlatıyor.
Türkiye açısından değerlendirildiğinde Suriye'deki durum artık geçen yıla göre çok daha zor yönetilebilir bir sürece işaret ediyor. Türkiye açısından 2011 yılında ülkedeki direnişi değerler ve ahlakilik bağlamında desteklemek mümkün iken bugün artık daha nötr bir tavır alınmasını gerektiren yeni bir durumdan söz etmek mümkün. Geçen süre zarfında Suriye'deki muhalefet durumunu ve siyasî pozisyonunu netleştiremediği gibi normatif anlamda tartışmasız bir çizgi de benimseyemedi. Bu durum hem kendi meşruiyetinin sorgulanmasına yol açıyor hem de uluslararası toplumun doğrudan ve tartışmasız bir biçimde muhaliflerin yanında yer almasına önemli bir engel teşkil ediyor. Bu noktada Türkiye açısından durumu zorlaştıran iki önemli gerekçeden söz etmek mümkün. Birincisi, muhalif grupların şiddete artan bir biçimde ve terör nitelemesini haklı kılacak düzeyde başvurmaları. Esed rejiminin sert uygulamalarına başlangıçta masumane bir karşılık olarak gösterilen bu tepkiler, bugün artık ahlakî bir perspektiften çok da normal karşılanmayabiliyor. Hele de süregiden çatışmanın mezhepsel ve etnik bir boyutunun da olduğunun giderek daha fazla kabul görmesi, meseleye bu açıdan yaklaşmamaya büyük özen gösteren Türkiye için bir başka önemli handikap. İkinci önemli bir problem de artık Suriye'deki durumun tam bir iç savaş halini almış olması. Bu da artık ülkede "uluslararası nitelikte olmayan silahlı bir çatışma"nın devam ettiğini ve bu çatışmaya silahlı çatışmalar hukuku kurallarının tatbik edilebileceği anlamına geliyor. Diğer bir ifadeyle, artık uluslararası silahlı çatışmalar hukukunun söz konusu çatışmada tanıdığı iki muharip tarafın olduğunu söyleyebiliyoruz. Ve bu taraflar, savaş hukuku kurallarına uymakla yükümlüler.
SURİYE'NİN 'İÇ İŞLERİ'
Uluslararası hukuk ve daha genel anlamda uluslararası etik açısından bakıldığında 2011 yılında muhaliflere ve sivil halka yönelik Esed rejimi zulmüne karşı sesini çıkarmak ve alternatif çıkış yolları aramak son derece meşru iken bugün neredeyse aynı statüde değerlendirilebilecek iki savaşan taraftan birini çok net bir biçimde tercih etmek ve ona destek sağlamak o kadar kolay görünmüyor. Diğer bir deyişle, mesela Türkiye ve uluslararası toplumdan bu noktada normalde beklenen, çatışan tarafların savaş hukukuna riayet etmesini temin etmek, bir an önce şiddetin sona erdirilmesi çabalarına destek vermek ve sivil halkın korunmasını sağlamaktır. Mesela bu yapılırken, Esed rejimi ile savaş hukuku yükümlülüğü bağlamında aynı statüde bulunan muhalifleri açık bir şekilde desteklemek, gerek Türkiye ve gerekse de uluslararası toplum açısından son derece çetrefil bir duruma işaret ediyor olabilir.
Hatırlamak gerekir ki, iç işlerine müdahalenin bir istisnası olan koruma sorumluluğunun yerine getirilmemesi bugün için rahatlıkla ileri sürülebilecek bir gerekçe değil. Aynı nedenden ötürü mesela uluslararası müdahaleyi talep etmek eskisine göre daha güç. Ve tabii ki böylesi bir ortamda neredeyse koşulsuz bir biçimde muhalifleri desteklemek bir noktadan itibaren Suriye'nin iç işlerine müdahale anlamı da taşıyabilir. Hele de Türkiye dışında hemen hemen hiçbir önemli aktörün bu denli angaje olmaması Türkiye'nin yalnızlaşmasını ve etkisizleşmesini de beraberinde getirebilir.
Ancak tabii ki bu, Türkiye'nin bugünden yarına mutlaka Suriye politikasını değiştirmesi gerektiği anlamına gelmiyor. Bugün için artık Türkiye'nin, kendisini önemli ölçüde bağlayan deklare edilmiş -aslında doğru- bir Suriye politikası bulunuyor. Yarının Suriye'si kurulurken başta Türkiye olmak üzere uluslararası sistemin diğer aktörleri de bu noktaları mutlaka dikkate almak zorunda. Aksi takdirde yeni Suriye, uluslararası sistemin istikrarlı bir üyesi olmaktan uzak bir görüntü sergileyebilecektir. Bu noktada da hiç şüphesiz en büyük sorumluluk Türkiye'ye düşüyor. Artık sadece Esed'in zalim ve diktatör olduğu söyleminden daha öte bir tutum belirlenmeli ve bu tutum çerçevesinde muhalif grupların sahici bir alternatif olabileceği gösterilmeli. Bu çerçevede Suriye'nin bölünmesi istisna, bütün kalması ise kuraldır. Dolayısıyla ABD başta olmak üzere bütün önemli aktörlerin tercihi Suriye'nin toprak bütünlüğünden yana olacaktır. Ancak meşruiyet ve temsil gücüne sahip alternatif bir iktidarın Esed rejiminin yerini alması fiilen Türkiye'nin güvenliği ve bölgedeki etkinliği açısından büyük önem arz etmekte. Meşruiyeti tartışmalı ve belli bir mezhep veya etnik gruba dayalı bir iktidar, Suriye'de güç boşluklarının oluşmasına izin verebilecek, bu da fiilen Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye atacak gelişmelere yol açabilecektir. Türkiye'nin bölgeye vaat ettikleri ile Suriye'nin gelecekte alacağı görüntü arasında çok yakın bir ilişki bulunmakta. Ortaya çıkacak alternatif, gerek amaçları gerekse de yöntemleri açısından çok sağlam bir meşruiyet zeminine oturmak zorunda. Ve Türkiye, bunu sağlamak adına siyasetini yeniden tanzim etmeli.
* Doç. Dr., Osmangazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Kaynak: Zaman