Yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı


1982 Anayasası'nın yürürlüğe girdiği günlerden beri sık sık gündeme getirilen bir iddia, Türkiye'de yargının yeterince bağımsız olmadığı, özellikle yürütme organının etkilerine açık bulunduğu yolundadır. 
 
Buna karşılık yargının tarafsızlığı üzerinde, sınırlı istisnalarla, çok daha az durulmuştur. Oysa, aslında bağımsızlık, tarafsızlığı gerçekleştirme amacına yönelik bir araçtır. Anayasa tartışmalarımızda amaçtan çok, araç üzerinde durulması ilginç bir çelişkidir. Bu yazının birinci bölümünde, halen Türkiye'de mevcut olan sistemin Avrupa'daki yargı bağımsızlığı kriterlerine uygun olup olmadığı tartışılacak, ikinci bölümünde ise bağımsızlıkla tarafsızlık arasındaki ilişki ele alınacaktır.

Türkiye'de yargının yeterince bağımsız olmadığına ilişkin iddialar şöyle sıralanabilir: Adalet bakanı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun başkanıdır. Adalet Bakanlığı müsteşarı, kurulun tabiî üyesidir. Kurulun hâkimlik sınıfından gelen beş asıl ve beş yedek üyesi, Yargıtay ve Danıştay genel kurullarınca gösterilecek üçer aday arasından cumhurbaşkanınca seçilir. Kurul kararlarına karşı yargı mercilerine başvurulamaz (Anayasa m.159). Hâkimler ve savcılar hakkında soruşturma, Adalet Bakanlığı'nın izni ile adalet müfettişleri tarafından yapılır (m.144). Hâkimler ve savcılar, idarî görevleri bakımından Adalet Bakanlığı'na bağlıdırlar (m.140). Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun kendisine mahsus bir binası ve sekreteryası yoktur. Bu iddiaların önemli bir bölümü, Avrupa Birliği Komisyonu İlerleme raporlarında da tekrarlanmaktadır. (1)

Temel bir soruna çözüm önerisi

Bu önerilerin bazıları mâkul ve gerçekleştirilmeleri nispeten kolay önerilerdir. Meselâ bina ve sekreterya ihtiyacı belki bir idarî düzenleme ile bile halledilebilir. Kurul kararlarının idarî yargı denetimine açılmasında isabet vardır. Çünkü kurul üyelerinin çoğunluğu hâkimlerden oluşsa da, kurul kararları yargısal değil, idarî niteliktedir. Dolayısıyla idarenin bütün işlemleri gibi, yargı denetimine tâbi olmaları doğaldır. Hâkim ve savcılar hakkındaki disiplin soruşturmalarının, Adalet Bakanlığı'na bağlı adalet müfettişlerince değil, doğrudan doğruya HSYK'ya bağlı müfettişlerce yürütülmesi de yargı bağımsızlığı açısından tercih edilmesi gereken bir sistemdir. Çünkü disiplin işlemlerinde nihaî kararı verecek olan kurulun kendisi olmakla birlikte, soruşturmanın yürütülüş şekli kurul kararlarını dolaylı olarak etkileyebilir.

Buna karşılık, kurulun bugünkü oluşum şeklinin yargı bağımsızlığına aykırı olduğu iddiası çok daha tartışmalıdır. Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu'nun (Venedik Komisyonu) Mart 2007 tarihli bir raporunda (2) tespit ettiği gibi, Avrupa'da yargısal atamalara ilişkin tek bir model yoktur. Bazı ülkelerde hâkim atamaları, devlet başkanının yetkisindedir. Bunların çoğunda devlet başkanı atamayı, bizim HSYK'ya benzer bir Yüksek Yargı Konseyi'nin önerisi üzerine gerçekleştirmektedir. Bu ülkeler arasında Arnavutluk, Çek Cumhuriyeti, Gürcistan, Yunanistan, Litvanya, Moldova, Hollanda, Polonya, Romanya, Rusya Federasyonu, Slovakya ve Ukrayna yer almaktadır. İsveç'te hâkimler hükümetçe atanmaktadır. İtalya, Portekiz, Bulgaristan, Hırvatistan, Kıbrıs ve Makedonya'da ise atamalar, Türkiye'de olduğu gibi, doğrudan doğruya yüksek yargı konseyince gerçekleştirilmektedir. Venedik Komisyonu raporunda isabetle belirtildiği gibi, Avrupa'nın eski ve yerleşik demokrasilerinde hâkim atamalarında yürütme organının belirleyici rol oynaması, bu ülkelerdeki hukuk kültür ve geleneklerinin güçlülüğü nedeniyle, uygulamada sorun yaratmayabilir. Ancak bu geleneklerin henüz gelişmediği yeni demokrasilerde, hâkimlerin atanmasında siyasetin olumsuz rol oynamasını önleyecek bir teminat olarak, açık anayasal ve kanunî hükümlere gerek vardır.

Yargısal atamalarda bir yüksek yargı konseyinin belirleyici olması ilkesini kabul ettiğimize göre, şimdi de karşımıza bu konseyin ya da kurulun oluşum şeklinin ne olması gerektiği sorusu çıkmaktadır. Venedik Komisyonu raporuna göre, bu konseyin üyelerinin "önemli bir bölümü veya çoğunluğu" yargı organının kendisince seçilmelidir. Yargı konseyinin demokratik meşruluğunu sağlamak için de, üyelerin bir bölümü, parlamento tarafından gerekli hukukî vasıfları haiz kişiler arasından seçilmelidir. Komisyona göre, "demokratik ilkelerin yönlendirdiği bir sistemde, yargı konseyinin, parlamentoca ifade edilen halk iradesinin temsili ile ilişkilendirilmesi mâkul görünmektedir". Komisyon, parlamento tarafından yapılacak üye seçimlerinde iktidar partisinin bütün münhal üyelikleri kendi taraftarlarıyla doldurmasını önlemek için, nitelikli bir çoğunluk da tavsiye etmektedir.

Venedik Komisyonu, yargı konseyinde yürütme organı mensuplarının, meselâ adalet bakanının yer almasının bazı "güven sorunları" yaratabileceğini belirtmekle beraber, bu uygulamanın oldukça yaygın olduğunu tespit etmektedir. Ancak komisyona göre adalet bakanı, disiplin cezalarına ve nakillere ilişkin kararlara katılmamalıdır.

Görülüyor ki, Avrupa uygulamasında Yüksek Yargı Konseyi'nin bütün üyelerinin yargı organları tarafından ve kendi mensupları arasından seçilmesi yönünde bir tavsiye olmadığı gibi, anılan raporda böyle bir örneğe de rastlanmamaktadır. Aksine, komisyon, böyle bir sisteme eleştirici bir gözle bakmaktadır. "Genellikle yargı konseyleri, yargı organının mensubu olmayan ve iktidarın diğer dallarını veya akademik ya da profesyonel sektörleri temsil eden üyeleri de içine alır. Böyle bir bileşimi haklı kılan olgu, adaletin nitelik ve tarafsızlığının denetiminin, belli bir hâkimin menfaatlerinin ötesine geçen bir rol oluşudur. Üstelik, yargı organı mensuplarının ezici üstünlüğü, korporatist yönetim riskine ilişkin endişeler yaratabilir." Gene komisyona göre, "bir yanda yargı bağımsızlığı ve kendi kendini yönetim ile, öte yanda yargı organı içinde korporatizmin olumsuz etkilerinden kaçınmak için yargı organının zorunlu hesap verme yükümlülüğü arasında bir denge kurmak gerekir. Hâkimlere karşı disiplin işlemlerinin etkili biçimde yürütülmesi ve aşırı meslek dayanışması yüzünden engellenmemesi zorunludur."

Yargı devletten bağımsız mı?

Bütün bu nedenlerle ve Avrupa uygulaması nazara alınarak, önümüzdeki muhtemel bir Anayasa değişikliğinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunun yeniden ele alınması yerinde görünmektedir. Bu konuda 1961 Anayasası'nın (1971 değişikliğinden önceki) sistemi bir ilham kaynağı olabilir. Bu anayasanın 143'üncü maddesine göre, "Yüksek Hâkimler Kurulu, on sekiz asıl ve beş yedek üyeden kuruludur. Bu üyelerden altısı Yargıtay Genel Kurulu'nca, altısı birinci sınıfa ayrılmış hâkimlerce ve kendi aralarından gizli oyla seçilir. Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu, yüksek mahkemelerde hâkimlik etmiş veya bunlara üye olma şartlarını kazanmış kimseler arasından gizli oyla ve üye tamsayılarının salt çoğunluğu ile üçer üye seçerler. Bu usulle Yargıtay Genel Kurulu'nca iki, birinci sınıfa ayrılmış hâkimler ile Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu tarafından birer yedek üye seçilir". Bu sisteme paralel olarak müstakbel bir Anayasa değişikliğinde Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun üye sayısının artırılması, üyelerinin üçte birinin nitelikli çoğunlukla TBMM tarafından, üçte birinin Yargıtay ve Danıştay genel kurullarınca, üçte birinin de birinci dereceye ayrılmış adlî ve idarî yargı hâkimlerince seçilmesi ciddiyetle düşünülmelidir. Böyle bir değişiklik, kurulun demokratik meşruluğunu güçlendirecek, hâkimler camiasının daha demokratik şekilde temsilini sağlayacak ve yargı organındaki korporatist yönetim eğilimlerini sınırlandıracaktır.

Görülüyor ki, Avrupa uygulamasında yargısal atamalarla ilgili sistemler çeşitli olmakla birlikte, yargı bağımsızlığı ile ilgili ciddî problemler var görünmemektedir. Bu alanda benimsenecek anayasal kurallar ve garantiler de az çok bellidir. Avrupa'da hâkim uygulama, yargısal atamalarda tam yetkiyi veya en azından belirleyici rolü, önemli bir bölümü yargı mensuplarının kendi içlerinden seçtikleri üyelerden oluşan yüksek yargı konseylerine vermektir. Yargının tarafsızlığını sağlamak ise, onun bağımsızlığını sağlamaktan çok daha güçtür. Çünkü bağımsızlık, kurumsal bir konu olduğu halde, tarafsızlık psikolojik bir yönelimdir. Bağımsızlık, tarafsızlığın sağlanmasında çok önemli bir araç olmakla birlikte, tek başına onu gerçekleştirmeye yeterli değildir. Hâkim, yasama ve yürütme organları karşısında tam bağımsız olsa da, çeşitli ideolojik etkilere ve menfaat ilişkilerine açık olabilir. Oysa, gözleri bağlı, bir elinde terazi, diğer elinde kılıç taşıyan bir kadınla sembolleştirilen adalet, hâkimin adalet duygusu dışında her türlü dış etkiye kapalı olmasını gerektirir. Ancak pratikte tüm değer yargılarından arındırılmış bir yargı sürecini gerçekleştirmek imkânsız denilecek kadar zordur. Hâkimler, Montesquieu'nün tasavvur ettiği gibi, kanunları otomatik olarak uygulayan birer otomat, birer "kanun ağzı" olamazlar. Çünkü her yorum faaliyeti bir irade işlemidir ve dolayısıyla bir ölçüde sübjektiftir.

Bu, hiçbir ülkede kaçınılması mümkün olmayan bir sorun olmakla beraber, Türkiye'nin kendisine özgü siyasal gelişme modelinin ve tarihsel geleneklerinin sonucu olarak, bizde özel bir ağırlık taşımaktadır. Bir anayasa hukukçumuzun belirttiği gibi, "Türkiye'de en az yargının bağımsızlığı kadar, hattâ ondan daha önemli olmak üzere, "yargının devletten bağımsızlığı sorunu vardır. Çağdaş demokratik toplumlar açısından anlaşılması güç olan bu sorun, maalesef Türkiye açısından ciddî bir problem olarak varlığını devam ettirmektedir." Bu sorun, Türkiye'de genel olarak askerî ve sivil bürokrasinin, özel olarak da yargı bürokrasisinin, kendisine vesayetçi bir rol biçmesi, başlı başına bir amaç olarak yücelttiği devletin çıkarlarına, bireyin ve toplum kesimlerinin çıkarları karşısında öncelik vermesi olarak özetlenebilir. Aynı yazara göre, "devletin bekasını ve güvenliğini sağlama görevinin yerine getirilmesinde, başka tedbirlerin yanı sıra, yasal/yargısal tedbirlere de ihtiyaç duyulmaktadır... Buna göre, mevcut yasalar doğrultusunda devletin bekasını koruma işlevi, yargı kurumu tarafından yerine getirilecektir. Burada yargıya biçilen rol, tıpkı devletin diğer bürokratik kurumları gibi, resmî ideolojinin sınırları dahilinde bir tutum geliştirmek ve fonksiyon icra etmektir."(3)

Sonuç olarak denilebilir ki, Türkiye'nin kendisine özgü şartlarının sonucu olarak, yargı bağımsızlığı, yargı tarafsızlığının zorunlu, fakat yeterli olmayan şartıdır. Sadece yargıyı değil, devletin birçok kurumunu etkileyen bu vesayetçi zihniyeti kurumsal reformlarla ortadan kaldırmak da pek mümkün görünmemektedir. Uzun vâdeli fakat en emin yol, devletin bekasından çok, bireyin hak ve hürriyetlerine öncelik veren liberal bir hukuk anlayışının, başta yargı organı olmak üzere, toplumda hâkim olmasıdır.

(1) Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılım sürecine ilişkin 2003 yılı ilerleme raporu (Devlet Planlama Teşkilatı Yayını, 2003), sb 17-19

(2) Venice Comission, Judicial Appointments, 15 Mart, CDL-JD (2007) 001 rev.

(3) Fazıl Hüsnü Erdem, "Türkiye'de 'İdeolojik Devlet' Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu", Demokrasi Platformu, Yıl 1 Sayı 2, Bahar 2005, s. 53-54. Yazar, bu anlayışın birçok örneğine de değinmektedir.


Kaynak: Zaman