Jön Türk hareketi ve 1908 İhtilâli resmî tarihin fazlasıyla ehemmiyet verdiği bir konu olmamakla birlikte bu konuda yukarıda zikrettiğimiz kaynaklarda işlenilen bir tez ortaya atılmıştır.
Bu da Mustafa Kemal'in 1908 İhtilâli'nin hazırlayıcısı olduğu ancak daha sonra kendisinin bu alandaki rolünün daha sonra, bilhassa ordu-siyaset ilişkileri üzerine tezleri nedeniyle, kendisine cephe alan İttihadçı liderler tarafından küçültülmeye, unutturulmaya çalışıldığıdır. İlginçtir ki Mustafa Kemal gerek evvelce zikrettiğimiz 1922 mülâkatında ve gerekse de Nutuk'ta İkinci Meşrutiyet hareketindeki rolünü anlattığı bölümlerde (1938 baskısı, ss. 526-28) çok daha mütevazı bir söylemi benimsemiş ve bilhassa ikinci kaynakta harekete kendisinin de katkısının olduğunu vurgulamaya çalışmıştır. Ancak Âfet İnan'ın ortaya koyduğu "Evrensel ve tarihî işin, 1908 İnkılâbı'nın esasını Şam'da Doktor Mustafa'nın evinde aramak lâzım gelir" benzeri yorumlar ve resmî tarih kitaplarındaki anlatım bunun oldukça ötesine geçmiştir. Yaklaşık yetmiş sene sonra bu ideolojik söyleme sahip çıkmak ise nâçizâne kanaatimce fazla anlamlı değildir.
Tarihin öznesi olarak "tarih yapan adam"
Bu alanda ikinci ve en az yukarıdaki kadar önemli bir unsur tarihe "tarih yapan adam" perspektifinden yaklaşılmasıdır. Böylesi bir yaklaşım benimsendiğinde ve bunun da ötesine gidilerek tarih yapıcılığı insanüstülük vasıflarıyla donatılarak kutsandığında, tarihin içinde oluştuğu bağlam bütünüyle önemini kaybetmekte ve "tarih yapıcısının" merkezde olduğu bir kurgulama yapılmaktadır. Hüsrev Sami Kızıldoğan'ın konu üzerine kaleme aldığı makalesinden aktarılacak kısa bir bölüm durumu her halde daha açık biçimde ortaya koyar: "Atatürk'ün eserlerinin köklerini yalnız Şam'da değil, onu bulmak için daha derin mazilere inmek lâzımdır. Çünkü Atatürk tarihin bir tesadüfü değildir. O başlı başına mazi, hal ve istikbaldir. O tarihin, tarih de onundur." Böylesi bir yaklaşım tarihî gelişmeleri kendi bağlamlarında değerlendirmeyi imkânsız kıldığı kadar, onların "tarih yapıcısı merkezli", onun öznesi olduğu bir ehemmiyet meratibi içinde incelenmesinin gerekliliğini de ortaya koyar. Kendi misâlimize dönecek olursak, bu açıdan bakıldığında Dr. İbrahim Temo, Dr. İshak Sükûtî ve Jön Türk hareketinin önde gelen pek çok isminin bu hareketin neticesi olan 1908 İhtilâli'ni anlatan bir belgeselde anılmaması herhangi bir sorun yaratmaz, çünkü onlar tarihin öznesi, "tarih yapan" kimseler değillerdir. Dolayısıyla onlar ya da 1908 İhtilâli'nin gerçek düzenleyicileri ne yapmış olurlarsa olsunlar tarihin öznesi olamadıklarından, faaliyetleri ehemmiyet sıralamasında geriye düşer.
Burada söylenmek istenenin Mustafa Kemal'in Jön Türk hareketine yaptığı katkının göz önüne alınmaması olmadığını vurgulamak gerekir. Bir kere modern Türk devletinin kurucusu olan bir şahsiyetin her türlü faaliyeti, pek tabiî, araştırma konusudur. Dolayısıyla Mustafa Kemal'in 1908 hareketindeki rolü de ayrıntılı olarak araştırılmalıdır. Nitekim, Miller'in Narody Azii i Afriki dergisinde (3/1975) yayınladığı "Revoliutsiia 1908 g. v Turtsii i Mustafa Kemal" makalesi başta olmak üzere konu üzerine merhum Unat ve değerli meslektaşım Arıkan tarafından yapılanlar da dahil olmak üzere çeşitli incelemeler yayınlanmıştır. Ayrıca Atatürk üzerine yapılan her çalışmada konunun ayrıntılarıyla incelenmesi gereklidir, ki bu da yapılmaktadır. Benzeri şekilde Jön Türk hareketi tüm detaylarıyla ele alınacaksa Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ile kurucusunun faaliyetleri üzerinde de durulmalıdır. Ben de toplam bin sahifeye yaklaşan iki kitaplık bir çalışma yaparak Jön Türk hareketini detaylarıyla ele almaya çalıştığım zaman, pek tabiî, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni de, Mustafa Kemal'in hareketteki rolünü de ayrıntılarıyla ortaya koymaya çalıştım. Buna karşılık, tarihin bir öznesi olduğu fikrine katılmadığımdan, kırk sahifelik ve 1905 sonrasında komiteci örgütlenme ve muhafazakâr eylemcilik fikrî temelinde yeniden yaratılan Terakki ve İttihad Cemiyeti'nin ihtilâli nasıl düzenlediğini anlatan bir metne dayanan zikrettiğim belgeselde buna detaylı biçimde yer vermedim. Ancak metinde, Profesör Arıkan'ın gözünden kaçmış olduğunu tahmin ettiğim, bir atıfta da bulundum ve 1908 İhtilâli ve İttihadcılığın daha sonraki etkisinden bahsederken bunun "1960 yılına kadar görev yapan ilk üç cumhurbaşkanının bu ihtilâlde değişik roller aldığı Türkiye'de, çok daha kuvvetle hissedil"diğini söyledim. Bu ifade, hepsi ikinci kuşak Jön Türkler olarak harekete katılan ve 1908 İhtilâli'nde değişik roller oynayan, Mustafa Kemal (Atatürk), Mustafa İsmet (İnönü) ve Mahmud Celâl (Bayar) beylerin faaliyetlerine kırk sahifelik ve yukarıda zikrettiğimiz vurguyu taşıyan bir metinde yapılan ölçülü bir atıftır. Atatürk, İnönü ve Bayar'ın daha sonra modern Türk siyasetinde çok önemli roller icra etmiş olmaları, kendilerinin 1908 hareketine katkılarının mercek altına konularak büyütülmesini gerekli kılmaz.
Bir İngiliz tarihçisi 1898 Mehdi Ayaklanması ve Sudan Harbi'ni anlatırken ya da İkinci Boer Harbi (1899-1902) üzerine çalışırken anlatımını bu olaylara subay ve gazeteci olarak katılan Winston Churchill üzerine inşa etmez. Eğer detaylı bir çalışma yapıyorsa bunlara değinir, aksi halde anlatımında bu konulara girmez. Benzeri şekilde Ohio Company üzerine çalışan bir Amerikan tarihçisi ayrıntılara inemediği sürece George Washington'dan bahsetmez. Churchill ve Washington'ın İngiliz ve Amerikan siyasetindeki rollerinin büyüklüğü bu alanda farklı bir yaklaşımı gerektirmez. Profesör Arıkan'ın da takdir edeceği gibi, maalesef Türk yakın tarihine bu şekilde yaklaşmak oldukça zor olmakta ve gerçekleştirildiğinde resmî ideoloji tezlerinin, çoğunlukla farkında olunmadan, içselleştirilmelerinden kaynaklanan eleştirilerle karşılaşılmaktadır.
1922'den geriye tarih yazımı
Bu sorun, daha açık bir ifade ile toplumumuzda tarihin 1922 sonrası gerçeklikten geriye bakılarak retrospektif bir biçimde yazılması, geçmişin anlaşılmasında karşımıza çıkan üçüncü önemli engeldir. Atatürk'ün Türk siyasî hayatında oynadığı rollerin ne denli önemli olduğu tartışılabilecek bir konu değildir. Ancak, bu onun hayatının her aşamasında lider rolünde olmasını gerekli kılmaz. Meselâ kendisinin Jön Türklük ve İttihadçılık geçmişi göz önüne alındığında bu tür bir yorum yapmak oldukça zordur. Mustafa Kemal Bey 1907 sonbaharında kolağası olarak Selânik'e döndüğünde Terakki ve İttihad Cemiyeti'ne kaydedilmiş ve ihtilâlin hazırlanması ve icra edilmesinde önemli bir görev almamıştır. Daha sonra ise cemiyet mensubu diğer subaylar gibi kendisine örgüt tarafından çeşitli vazifeler tevdi' edilmiştir. Ama Mustafa Kemal Bey hiçbir zaman ne İttihad ve Terakki merkezinde ve ne de onun askerî kanadında Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım ya da İsmail Enver ve Ahmed Cemal bey (Paşa)ler benzeri bir lider rolü oynamamıştır. Dolayısıyla Profesör Arıkan'ın belirttiği gibi "İkinci Meşrutiyet'in ilânından sonra 'ordunun siyasetten çekilmesi' [orijinal metinde koyu olarak verilmiştir] savunduğu için Mustafa Kemal['in] ikinci planda kalm"ası gibi bir durum gerçekleşmemiştir. Zaten hareketin liderlerinden birisi olmayan Mustafa Kemal Bey daha sonra cemiyet üyesi pek çok zabit gibi örgüt içindeki faaliyetini sürdürmüş ve Cemal Paşa'nın koruması altındaki subaylar grubunun bir üyesi olmuştur. Kendisinin ordu-siyaset ilişkisi hakkındaki yorumlarının Merkez-i Umumî tarafından olumlu görülmediği doğrudur. Muhalefetin temel tezi olan bu görüşün, İttihad ve Terakki Cemiyeti gibi para-militer, fedaî teşkilâtı sahibi, karşıtlarını orduyla tehdit eden bir örgüt tarafından kabul edilmesi mümkün olmadığı için bu konudaki çıkışı kendisinin cemiyetteki durumu daha da zorlaşmıştır; ama bunu bir "ikinci plâna" düşmek olarak yorumlamak mümkün değildir. Bu tür bir düşüşten bahsetmek gerekirse 1895'ten itibaren harekete öncülük eden, ihtilâl sonrasında "Ebu'l-ahrar" olarak Paris'ten pâyitahta dönen, ancak süreç içinde komitecilik eğilimleri ağır basan cemiyet rüesâsı tarafından gitgide marjinalleştirilerek muhalefete geçmek zorunda kalan Ahmed Rıza Bey ve Manastır'da ihtilâlin askerî plânlamasının yapımında birincil roller oynadıktan sonra Cemiyet ile fikir ayrılığına düşerek muhalefetin önde gelen simalarından biri haline gelen Miralay Sadık (Şehreküştü) buna verilecek en iyi misâllerdir.
Enver Paşa-Mustafa Kemal Paşa çatışması?
Benzer şekilde İkinci Meşrutiyet'in bir Enver-Mustafa Kemal beyler çatışmasına indirgenmesi de 1922 sonrasından hareketle tarih yazımı ve "tarih yapan adam" yaklaşımının neticesidir. Gazete köşelerinde sıklıkla yapılan Enver Paşa-Mustafa Kemal Paşa karşılaştırmalarıyla daha da popülerleştirilen bu yaklaşım, Osmanlı tarihinin en önemli ve çetrefil dönemlerinden birisini anlamamızı daha da güçleştirmektedir. Adına marşlar bestelenen, harp gemileri alınması için iâneler düzenlenen; ismi, Arnavutluk ve Mısır'ın müstakbel liderleri Enver Hoca ve Enver Sedat'ın da dahil olduğu binlerce çocuğa verilen Enver Bey, 1908 sonrasında İttihadcılığın "kahramanlık" sembolü haline gelmişti. 1908 öncesi çete harekâtında fevkâlâde başarılar kazanan, kendisine sadece Osmanlı değil, Bulgaristan Müslüman basınında bile övgüler düzülen Enver Bey, kurumsal (İttihadcı) külte gösterdiği saygı dışında pek çok hususiyeti ile sivrilerek, Cemiyet destekçisi basının da desteğiyle, Gazi Osman ve Gazi Ahmed Muhtar paşalar sonrasında doğan (1897 Osmanlı-Yunan Harbi sonrasında Gazi Edhem Paşa tarafından ikame olunan) bir "kahraman" boşluğunu doldurmuştu. İhtilâlde öne çıkan, çoğunluğu Arnavut kökenli, askerî liderler içinde nadir Türk subaylardan birisi olan Enver Bey bu nedenle Ahmed Niyazi Bey gibi kahramanların sahip olmadığı Cemiyet'in Türkçü siyasetine uygunluk gibi bir avantaja sahipti; ancak gereğinde Arnavut liderlerle Arnavutça Osmanlılığın önemi tartışması da yapabiliyordu. İhtilâlin birinci derecedeki kahramanları arasındaki nâdir erkân-ı harb subaylarından birisiydi, iki Batı diline mükemmel olmasa da iyi derecede vakıftı. Gustave Le Bon'un sosyolojik tezlerini benimsiyor, Niyazi Bey gibi feminist, pozitivist düşünceleri eleştirmiyor; ama göğsünün üzerinde küçük Kur'an'ını taşıyor, verdiği ziyafetlerde Alman subaylara bedava içki verirken, Müslüman Osmanlı zabitlerinden şarap içenlerin maaşlarından bunun ücretini kesiyordu. Bir anlamda Enver Bey şartlar gerektirdiğinde pozitivist, bilimci, din savunucusu, seçkinci, halkçı, Pan-İslâmist, Osmanlıcı, Türkçü olabilen İttihad ve Terakki'nin aradığı "kahraman"dı. 1908 sonrasında İttihadcılıkla birlikte yıldızı yükselen Enver Bey, Cemiyet'in ordu içindeki tartışılmaz lideri ve kamuoyundaki kahramanlık sembolüydü. Kendisinden sonra en etkili asker âzâ olan Cemal Paşa bile bu alanlarda onunla açıktan rekabet edebilecek durumda değildi. Nitekim sâbık Sadrıâzâm Said Halim Paşa Büyük Harb sonrasında Beşinci Şu'be'de sualleri cevaplarken kendisine yöneltilen "Harbi dirâyetsiz ve istikâmetsiz ellere tevdi' ederek her cebhede fünûn-i askeriyenin kabûl edemeyeceği mecnûnâne hareketlerin cereyanına... müzâheret eylemesi" suçlamasına verdiği cevapta "Harbiye Nezâreti'ne getirilmiş olan Enver Paşa efkâr-ı âmmede ihtiraz eylemiş olduğu mücahid-i hürriyetlik ve Trablusgarb ve Edirne kahramanlıkları ile gayet yüksek bir mevki' işgâl eylemekde bulunmuştu." demenin yanı sıra "o vakit ortada Enver Paşa'dan başka kimse yokdu ve zannederim ki o zaman kahraman-ı hürriyetler ortada durur iken siz de başkasını düşünmezdiniz" tezini savunmuştur. Enver Paşa'nın Büyük Harb'e girişteki mes'uliyeti, harbi nasıl idare ettiği ve 1914 sonrasında yaşanan trajedilerdeki rolü bütünüyle ayrı bir konudur; ama bu nedenle ve 1922 sonrasından geriye bakarak İkinci Meşrutiyet dönemince süren bir Enver-Mustafa Kemal Bey rekabeti varsaymak pek de gerçekçi değildir. Bu iki tarihî şahsiyetin birbirinden hoşlanmamaları ile Cemiyet'in askerî liderliği ve ordunun kontrolü için rekabete girmeleri birbirinden farklıdır. Bunlardan birincisi gerçek, ikincisi ise büyük çapta retrospektif tarih yazımı sonucunda yaratılan bir kurgudur.
Profesör Arıkan'ın tenkitlerinin yakın tarihimize yaklaşım sorunlarını tartışma konusunda fevkâlâde yararlı olduğunu düşünüyor ve bu nedenle ona samimi teşekkürü bir borç biliyorum. Buna karşılık kendisinin nasıl ulaştığını anlayamadığım "Milli Mücadele'yi çok hafife alan görüşü"m olduğu ve bu nedenle 1908 İhtilâli'nde Mustafa Kemal'in rolünden bahsetmediğim iddiasını garipsediğimi belirtmek isterim. Bundan kastedilen her halde benim çalışmalarımın Millî Mücadele değil, ona takaddüm eden dönemler üzerine olması değildir. Benim bu konu üzerinde yazdıklarım ortadadır ve onların birinden yapacağım aşağıdaki alıntı bu konuda ayrıntıya girmemi gereksiz kılar: "Türk toplumunun ezici bir çoğunluğunun İstiklâl Harbi'ni unutması, bunu inkâr etmesi ya da sadece kendi tarihimiz değil, dünya tarihi açısından büyük ehemmiyeti haiz bu olayı küçümsemesi mümkün değildir. Nitekim, bundan gerekli mesajların alınabilmesi belki de dünyayı daha sonra yaşamak zorunda kaldığı büyük yıkımdan kurtarabilirdi." (Zaman, 27 Ekim 2005) Saygıdeğer meslektaşımın zikredilen yorumunun yazdıklarımı değerlendirme konusunda gerekli titizliği gösterememesinden kaynaklandığını düşünüyorum.
BİTTİ
Not: Bu yazıyı kaleme alırken gazetelerimizde yayınlanan bir haberde değerli bir öğretim üyesinin belki de bu uzunca yazı ile sunmaya çalıştığım mesajı çok daha iyi biçimde verdiğini gördüm. Vatan gazetesinde (14 Eylül 2008) verilen bu haber şöyle: "1.68'lik Heykel gitti 1.85'lik Geldi: Atatürk'ün boyunun kaç santimetre olduğu bugüne kadar sıkça tartışma konusu yapıldı. Son olarak 2003 yılında ünlü 'Balmumu Heykel Müzesi' Türkiye'de sergilenmişti. O müzede Ata'nın boyu 1.68'di. Ancak vatandaşlar 'Atatürk'ü çok kısa göstermişler' diye tepki gösterince Ankara sergisi için Rusya'ya 1 metre 85 santimlik yeni bir Atatürk heykeli sipariş edilmişti. Atatürk'ün bugüne 30'u aşkın bire bir balmumu heykelini yapan Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen de Vatan'a, 'İngiliz istihbaratçıları Atatürk'ün boyunu doğru tespit etmiş' dedi: 'Atatürk'ün 1930'ların başında giydiği elbiselerinden yola çıkarak boyunu 1.71 olarak hesapladık. Gerek Anıtkabir'deki müzede gerekse Harp Okulu'na yaptığım balmumu heykellerinde boyu 1.71. Ancak ayakkabılarla birlikte 1.72-1.73 oluyordu." Ben bu konuda Profesör Büyükerşen'in yaklaşımının doğru olduğunu düşünüyorum, her halde değerli meslektaşım Profesör Arıkan da bana katılır.
Kaynak: Zaman