Verilen oy nereye gider?

Seçim ortamları sözün kirlendiği, hakarete yaklaştığı can sıkıcı zamanlardır. İçinde bulunduğumuz seçim atmosferi farklı açılardan bu kirliliği aşan boyutlara malik enteresan zaman kesitidir. Bölgemizde yaşanan sıcak gelişmeler, çatışmalar ve neticelerinin içe dönük etkileri kadar, küresel iradenin bu etkileri hangi araçlarla nasıl yönettiği de büyük önem arz ediyor.

Bir ülkenin zaafları dış güçlerin avantajları olarak ortaya çıkar ve siyasetin farklı yol ve yöntemleriyle büyütülür. Eğer o ülke insanın karakteri, sezgi ve aidiyeti ülkesinin öncelenmesini gerektiriyorsa sorunların çözümü o oranda kolaylaşır.

İçinden geçmekte olduğumuz günleri bu açıdan değerlendirdiğimizde, pek çok tavır ve davranışı anlamlandırmakta zorluk çekeriz. Savrulmaların ilkesini ve sınırını mantık ve insaf açısından bulmak artık çok güç hale geldi.

Birbirine benzemezlerin, hatta bir kaç ay öncesine kadar düşman olanların bir masa etrafında, küresel talebin arzusu mucibince ortak tavır alışları izahtan vareste bir tutum olduğu kadar, bundan sonrası için de dramatik ipuçları barındırması açısından endişe barındırıyor.

Türk solu malum, hiç bir zaman evrensel olamadı ve emek- sermaye çatışmasının dışında kalmakla, dünya solunun haklı olarak eleştirilerine konu oldu. Gücünü temel paradigmasından almak yerine, sürekli hami arayarak güce yaslanma arzusu sonucu güdük ve yönlendirilebilir olmasına neden oldu. Bir dönem Kemalizm ile iç içe geçerek, Edirne’yi aşamayan sol anlayışın temel argümanı din karşıtlığı üzerine kurguluydu.

Halkı dininden ayırarak kabullenecek bir kurgunun, daha başta kendini mahkum edeceği aşikar gözükürken, Latin Amerika örnekliğinden ders çıkarmak da din karşıtlığı dozuna takılmış oldu. Solun slogan düzeyinde karşıtlığı faşizmle kayıtlı ifade edilirken, tutum ve davranışlarıyla büyük açmazlar yaşadığı, gelinen aşamada faşizme ortaklık yapıp pay alma arzusuyla canhıraş çalıştığına şahit oluyoruz.

Evrensel sol, kanı kutsamayı aşağılayan, etnik kökenlerin kardeşliğini savunan paradigmaya sahipken Türkiye’deki sol, terör örgütünün bölgedeki etkinliğine ortaklık adına, ulusalcı çıkmaza ortaklık etmekten imtina etmedi.

“İnadına barış, inadına adalet” vurgularındaki açmazları göremeyecek kadar düşünceden koptu ve hırsının esiri haline geldi. “İnadına direniş” bir ifade ve tavır kalıbı olarak anlaşılabilir ve marjinal kalmayı yeğleyen bir akım için kullanılabilir. Ancak barış ve adalet konu edildiğinde inadın devreye girmesi ve dayatmanın bir argüman niteliği kazanması gayri mümkün bir durumdur.

En etkin kalemlerinin bile sandık dışı müdahaleyi seslendirdiği, asker iradesini aradığı zaman kesitinde, açılan acziyet içerikli pankartlara fazla anlam vermemek, ya da ironi bahsine havale etmek mümkündür.

Yetmişli yıllarda başlayan Çekiç Güç faaliyetleri bugün değişik bir aşamaya ulaştı. Türkiye’nin kurucu, kısmen milliyetçi partisi, Okyanus ötesi dindarlığı, malum irili ufaklı sol gruplar, terör örgütü ve partisi ortak tavır ve sözde buluşmuş ve oradan hareket etmektedirler.

Ellerinde bu ülkenin, milletin hayrına öngörüleri, planları ve vizyonları yok.

Ellerine tutuşturulan hedeflerin taşeronluğunda, Türkiye’nin her yönüyle küçük olması adına can havliyle çalışma içindeler. Kürt ve Türk kardeşliğinin ayrılamaz dokusuna rağmen, bu mahfiller açıkça bölünmeyi meşru gösterecek argüman arayışı içinde bulunuyorlar.

PKK’nın bir terör örgütü olmadığını söylemek ve çeşitli ağızlardan tekrarını sağlamak tesadüfi değildir. Kimi dış odakların, aktörlerin de aynı şeyi tekrarlamaları derinden yürüyen bir argümana dayanıyor.

Kürtler Türkiye’de azınlık değildir.

En üst değerle birbirine bağlanmış ve bin yıllık tarihe imza atmış kardeşliğin kriteri olan inanç bağını devre dışına almak, yok kabul etmekle başlayan milliyetçi tutum, Batıdan da destek bulmakta zorlanmıyor. Mesele, etnik köken üzerinden masaya yatırıldığında, farklı kriterlerin devreye girmesiyle sonuç alınacağı hesap ediliyor. Geç kalmış ulusçuluğun Kürtlere ne kazandıracağı sorusu bir yana, projenin mimarları, “her ulusun kendi kaderini belirleme” kaidesini masaya getirmek için, sorunun belli aşamaya ulaşmasını yakından takip ediyorlar.

İçinde bulunduğumuz seçim atmosferinin böylesine, küresel ve iç dinamiklerin çatışmasına dönüştüğünü ve her türlü algı çalışmasına açık yürüdüğünü görüyoruz.

Yalanın fazla tekrarıyla doğruya galebe çaldığı, sözün kirlendiği bir dönemde, birbirine azılı düşmanların, nasıl ve neden bir arada, “ küçük Türkiye’yi” arzuladığı sorusu üzerinde durmak ve oyu bu duyarlılıkla kullanmak her insan için önemli hale gelmiştir.

Kürt Müslümanlar, ulus devletin hayırhah olup olmadığını doksanlık yıllık süreçten anlamış olmaları gerek. Tarihin kırılma anında hangi cenahta yer alacakları konusunda, meselenin parti düzeyini aştığını telakki ederek, karar verme durumu ortaya çıkmıştır.

Aslında seçim ülkenin aidiyeti ile ilgilidir. Medeniyetinin köklerine dönüp yeniden örnek, önder ülke olma çabasıyla, küresel sistemin uydusu olmak arasındaki ayrıma oy verilmiş olacak.

Bu ülkeyi, adalet ve esenlik yurduna taşımak kaydıyla, sahiplenmek evladır.

Küçülmek, yeni bir ulusçuluk çıkmazına girmek ve küresel güçlerin oyuncağı olmaktan yeğ olsa gerek, dedelerin muradına sahip çıkmak.

Çanakkale ruhuna mutabık olmak, iki dünya için de yeterlidir.