Ve kazanan ülke Türkiye

Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerde süregiden karışıklığın en büyük kazananı, şu an Türkiye gibi görünüyor. Bu, Türkiye bir şey yaptığı için değil, büyük ölçüde diğer ülkelerin güç kaybetmesinden kaynaklanıyor. Nüfus söz konusu olduğundaysa, Ortadoğu’da üç büyük ülke var: Türkiye, İran ve Mısır; her birinin 70-80 milyon civarında nüfusu var. Suudi Arabistan’ın kişi başına düşen yıllık geliri çok daha fazla, fakat 25 milyonluk nüfusuyla çok daha küçük.

İran’a alternatif senaryolar
Mübarek’in devrilmesinden sonra, Mısır’da uluslararası kabul gören yeni bir liderin ortaya çıkması yıllar alacak. Bu arada İran, kendi konumunu güçlendirmek için giderek artan bir iktidar boşluğunu kullanmaya çalışıyor. Süveyş Kanalı üzerinden Suriye’ye savaş gemileri göndermesi, bu çabanın küçük, fakat gözle görülür bir işareti. İran ayrıca, Müslüman dünyanın başka köşelerinde birçok sorun yaşanırken, Batı’nın dikkatinin kısmen kendi üzerinden başka yere kaymasından yararlanmayı umuyor. Öte yandan İran, incinebilir bir noktada, zira kendi içinde yeniden büyüyen protestolarla başa çıkması gerek.

Türkiye için İran’ın durumu iki alternatif senaryo sunuyor: Birincisi, Ahmedinecad iktidarda kalır, fakat zayıflar. Bu durumda Türkiye, Batı’nın İran’a yönelik yaptırımlarına bağlı olarak, oradaki ihracatını arttırabilir. İkinci senaryoysa şu: Molla rejimi devrilir. İran’daki karışıklık uzun sürebilir, fakat bu muhtemelen Türkiye’ye fazla sıkıntı vermez, zira kendi güç merkezleri İran sınırından uzaktaki kentlerde. Bu senaryoda İran, Ortadoğu’da hegemonya arayan bir rakip mahiyetinde, geriye düşer.

İstikrarın sağladığı fayda
Yeni tür bir Osmanlı ‘imparatorluğu’ doğuyor olabilir –sömürgeci nitelikte değil, nüfuzu itibariyle bir imparatorluk bu. Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bir nevi Türk Müslüman Commonwealth’i (Milletler Birliği) denebilecek ‘neo-Osmanlıcılığı’ destekleyen bir akademisyen. Bölgedeki diğer ülkelerin nüfuzlarındaki bir düşüş, korumaya ihtiyacı olanlar için kuralları da değiştirecektir. İran rejimi çökerse, sadece Türkiye’nin iyi ilişkiler sürdürdüğü Hamas değil, birçok ülke ve grup (Hizbullah da dahil), çok geçmeden yüzünü çeşitli şekillerde rehberlik ve destek için Türkiye’ye dönecektir.

Türkiye’nin Batı’daki durumu da, giderek istikrarsızlaşan bir bölgede sahip olduğu istikrar sebebiyle, daha iyi hale geliyor. NATO üyesi olarak, Batı’nın birçok savunma sırlarına erişiyor. Türkiye’nin AB’ye üye olması, pek muhtemel görünmese de AB’nin kendisini itip kaktığını gösterip, bu sayede bazı üye ülkelere ağır eleştirilerini meşrulaştırarak kendi oyununu oynayabilir.

Öte yandan AB içinde Türkiye’nin üyeliğini kabul etme sözü veren müttefikler de varlığını sürdürüyor. En güçlü destekçisi Britanya, fakat İsveç ve Belçika gibi başka ülkeler de var. Almanya’da eski sosyalist başbakan Gerhard Schröder, Türkiye’nin AB üyeliğine oldukça destek çıktı.

Türkiye’nin endişe etmesini gerektirecek bir durum yok –AB üyeliğine alınmadığı takdirde, Avrupa politikalarındaki değişimi telafi etmek için kendisine hatırı sayılır ekonomik tavizler verilmek zorunda kalınacak. Böylece hem AB’den fayda sağlayabilir hem de onun tarafından kandırıldığını iddia edebilir.

Erdoğan’ın belirsiz rotası
Birçokları, lafını sakınmayan Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ülkesini nereye götürmek istediğini soruyor. Bu arada o da kekin her tarafından yemek ister gibi görünüyor. Çeşitli Avrupa ülkelerindeki, bilhassa Almanya’daki çok sayıda Türk göçmenin entegrasyonunun başarısız olduğuna dair işaretler giderek artıyor. Erdoğan, Alman hükümetinin çokkültürlülükten böylesine keskin biçimde çark etmesinden hiç memnun değil. O veya bu nedenle Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki entegre olmamış Türk göçmenler arasında daha fazla karışıklık yaratıp sıkıntı çıkarmaya çalışabilir. Sonrasında tekrar uzlaşma sinyalleri verebilir. Belli bir müddet, sadece gördüğü her fırsattan faydalanmaktan ziyade, pozisyonlarını ne ölçüde değiştirdiğini anlamak zor olabilir.

İsrail’e ve Yahudilere yönelik tutumlarsa, birçok başka durumda olduğu gibi, siyasi değişimlerin erken işaretleri. Erdoğan, İsrail’i devlet terorizmiyle suçladı. Arayı düzeltmek için 2005’te bu ülkeyi ziyaret etti. Geç de olsa bugün bu tavrın, kekin iki tarafından yeme niyetinin erken bir işareti olduğunu anlayabiliyoruz. Bu çerçevede İsrail, yüklenilecek ilk hedefti. Ancak tek hedef de değildi.

2008’de Almanya’nın Köln kentinde yaptığı bir konuşmada Erdoğan, Türk göçmenlerin entegrasyonuyla ilgili sözleriyle (asimile edilmemeleri gerektiğini söylüyordu) birçok Alman’ı rahatsız etti. Erdoğan’a göre bu bilhassa önemliydi, zira Almanya en çok Türk’ün yaşadığı ülkeydi. Bu hafta, yine bir Almanya ziyaretindeyken, bu ülkede doğan Türk çocuklarının Türkçeyi anadilleri olarak düşünmeleri gerektiğini savundu. Ayrıca şu an AB içinde, 3 milyonu Almanya’da olmak üzere 5 milyon Türk yaşadığını iddia etti.

Türkiye’deki Yahudi cemaatiyse, Müslüman bir ülkede kalan pek az azınlıktan biri. Türkiyeli Yahudi akademisyen Rıfat Bali, bu azınlığın geleceğinden kuşkulu. Son yıllarda cemaatin, İslamcıların ve milliyetçilerin sözlü saldırılarının hedefi haline geldiğini söylüyor. Bali, İsrail karşıtı hissiyatın yaygın ve anti-Semitizmin çoktandır varolduğu bir ülkede yazıyor, bu nedenle kamuoyunun Gazze filosu olayını Müslüman Türklerin öldürülmesi olarak görmesi ve Türkiyeli Yahudilere hangi tarafta olduklarını sormaya başlaması şaşırtıcı değil. Son tahlilde Erdoğan, müphem tutumunu sürdürebilir. Ancak temelde Türkiye, bir dünya gücü değil. Kendisini ilelebet ait olduğu ligin üzerinde gösteremez. Özünde Türkiye, ekonomik olarak ileri olmayan ortamda bölgesel bir güç. Hane başına yıllık gelirinin İsrail’in üçte biri olduğuna bakıldığında bu daha da açık hale geliyor. (Uluslararası ilişkiler uzmanı, yazar, 3 Mart 2011)


Kaynak: Radikal