Uzlaşma ve yargı bağımsızlığı algısındaki sorunlar

Son zamanlarda gündemi meşgul eden kısmi anayasa değişiklikleri bağlamında yapılan değerlendirmelerde uzlaşmanın gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.

Bunun yanında TBMM'nin artık anayasa değişikliği yapamayacağı, konunun bir sonraki yasama dönemine bırakılması gerektiği ifade edilmektedir. Ayrıca, düşünülen yargı reformu bağlamında Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın bir kısım üyelerinin Parlamento tarafından seçilmesi durumunda bunun yargı bağımsızlığını zedeleyeceği ve yargıyı siyasallaştıracağı ileri sürülmektedir. Bu üç argüman, özellikle mevcut yapının değiştirilmesini istemeyenler tarafından da yoğun biçimde dillendirilmektedir. Kanaatimizce bu hususlarda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için şu temel noktaların göz önünde bulundurulması gerekmektedir:

UZLAŞMA, DAYATILACAK BİR ÖNKOŞUL DEĞİLDİR

İlk bakışta "uzlaşma"nın arzu edilen (wishful thinking) bir beklenti olarak anayasa değişikliklerinde de aranması gerektiği söylenebilir. Ancak bunun sağlanması her zaman kolay değildir. Özellikle de siyasal gündemi meşgul eden tartışmaların kimi temel yapısal sorunlar üzerinde odaklandığı durumlarda çözümü sağlayabilecek anayasa değişikliklerinde uzlaşma neredeyse imkânsızdır. Zaten bu nedenle hiçbir demokratik ülke anayasasında anayasa değişikliklerinin gerçekleştirilmesinde "uzlaşma" biçimindeki bir hukukî şart aranmamakta; gerçekleştirilecek anayasa değişikliğinin önemine binaen oylamalarda kanunların kabulünden daha yüksek bir yetersayı öngörülmektedir. Türkiye'de de anayasa değişikliklerinde öngörülen 3/5 veya 2/3'lük karar yetersayıları ve referanduma sunma gibi hususlar aslında bu amaca hizmet etmektedirler.

Öte yandan "uzlaşma"nın aslında sübjektif değerlendirmeye fevkalade müsait bir kavram olduğu da unutulmamalıdır. Anayasa Mahkemesi kararlarında da bunu gözlemlemek mümkündür. Mahkemenin cumhurbaşkanlığı seçimindeki toplantı yetersayısı konusundaki kararı ile 2008 yılında Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde gerçekleştirilen değişikliği iptal ettiği kararı aslında uzlaşmanın ne derece sübjektif biçimde yorumlandığını göstermektedir. Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi, cumhurbaşkanlığı seçimindeki toplantıda en az 367 milletvekilinin hazır bulunmasını uzlaşma için şart koşmuştu. Oysa, uzlaşmanın toplantı yetersayısında değil, karar yetersayısında aranması gerektiği açıktır. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi, bir yıl sonraki kararında 411 oyla kabul edilen anayasa değişikliğini iptal ettiği karar gerekçesinde uzlaşıyı esas alan yöntemin benimsenmediği hususuna yer vermiştir. Oysa 2008'deki değişikliği TBMM'de grubu bulunan dört siyasal partiden üçü desteklemiş ve bu değişiklik 411 gibi fevkalade yüksek bir oyla kabul edilmişti. Bu iki örnek de göstermektedir ki Anayasa Mahkemesi, Anayasa'da yer almayan uzlaşma kavramını, adeta bir hukuksal koşul olarak kabul ederek, somut davalar bağlamında kullanmakta ve istediği düzenlemeyi bu kavrama dayanarak rahatlıkla iptal edebilmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin kendi türettiği ve değişik kararlarında içeriğini çok farklı biçimde doldurabildiği bu biçimdeki uzlaşma yaklaşımı ile hareket edildiğinde Mahkeme'nin iptal edemeyeceği bir düzenleme bulmak mümkün olmayacaktır. Anayasa değişikliğine ilişkin hükümler ortada iken Mahkeme'nin uzlaşmayı hukukî bir koşul olarak kabul etmesi mümkün değildir.

Gerçekleştirilmesi düşünülen kısmî anayasa değişiklikleri ile ilgili olarak ileri sürülen ikinci bir argüman ise şu anda Parlamento'daki siyasal partiler arasında bir uzlaşma bulunmadığı, bu Meclis'in üçüncü yılına girdiği ve bundan dolayı anayasa değişikliklerinin seçim sonrasına bırakılması gerektiğidir. Bu bağlamda cevaplandırılması gereken ilk soru, seçimden sonra bir uzlaşmanın sağlanabileceğini garanti etmenin mümkün olup olmadığıdır. Gerçekleştirilecek anayasa değişikliklerine şu anda sıcak bakmayan bir siyasal partinin seçim sonrasında bu değişiklikleri destekleyeceğini söyleyebilmek hiç de gerçekçi değildir.

Üçüncü yılındaki bir Parlamento'nun kısmî anayasa değişikliği yapamayacağı argümanı hiçbir hukukî yaklaşımla izah edilemez. Askerî darbe dönemlerinde darbecilerin inisiyatifiyle oluşturulan kurucu meclisler tarafından anayasaların yapıldığı Türkiye'de TBMM'nin anayasa değişikliği yapamayacağını savunmak hiçbir şekilde demokratik mantıkla izah edilemez. Bu Meclis'in artık anayasa değişikliği yapamayacağı hususu hukukla bağdaşmadığı gibi geçmiş örneklerle de çelişmektedir. Anayasa'nın 15 maddesini kapsayan 1995 değişikliklerinin TBMM'nin dördüncü yılında ve Anayasa'nın 34 maddesini kapsayan 2001 değişikliklerinin TBMM'nin üçüncü yılı içinde yapıldığı göz önünde tutulduğunda, bu Meclis'in anayasa değişikliği yapamayacağını savunmanın ne derece tutarsız olduğu daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır.

Son olarak, yargı reformu bağlamında Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın oluşumuna TBMM'nin belli sayıda üye seçerek katılmasının yargı bağımsızlığını zedeleyeceği ve yargıyı siyasallaştıracağı argümanı, Türkiye'de Batılı anlamda demokrasi ve hukuk devleti standardından ne derece ayrı kalındığını göstermektedir. Özellikle Avrupa Birliği'ne üyelik yolunda yapılması gereken yargısal reformlar arasında yer alan bu değişikliklere yargı bağımsızlığı gerekçesiyle karşı çıkmak, Türkiye'de 1960 askerî müdahalesinden sonra oluşturulmaya çalışılan "yargı bağımsızlığı" algısının sorunlu olduğunu göstermesi açısından ilginçtir. Avrupa uygulamasının aksine 1982 Anayasası'nda ne Anayasa Mahkemesi'nin ne de HSYK'nın oluşumunda Parlamento söz sahibidir. Bu yönüyle Türkiye'nin Avrupa ülkeleri içerisinde tek örnek konumunda olduğu unutulmamalıdır.

Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın oluşumu ile ilgili değişiklikler Avrupa standardına ulaşma noktasında yapılması zorunlu reformlar olmasına rağmen bunun yargı bağımsızlığını ihlal edeceğini söylemek, aslında Türkiye'deki temel sorunun yargı bağımsızlığı algısında olduğunu açıkça göstermektedir. Türkiye'de yargı bağımsızlığı ilk derece mahkemelerinden daha ziyade üst yargının bağımsızlığı biçiminde algılanmakta ve bu bağlamda yargı bağımsızlığı vurgusu ön planda tutulurken, yargı tarafsızlığı ihmal edilebilmektedir. Bunun yanında idarî bir birim olarak HSYK'nın ilk derece mahkemeleri üzerinde yargı bağımsızlığını zedeleyen tasarruflarda bulunmasına da ses çıkarılmamaktadır.

SİYASETÇİYE KARŞI BİLİNÇİ BİR PROPAGANDA

Türkiye'de 1960 askerî darbesinden sonra bilinçli biçimde oluşturulmaya çalışılan siyasete güvensizlik ve bu bağlamda özellikle 1982 Anayasası'yla yasama organının HSYK ve Anayasa Mahkemesi'nin oluşumunda tamamen devre dışı bırakılması antidemokratik düşüncenin bir sonucudur. Halkın iradesinin temsil edildiği bir organ olarak TBMM'nin üst yargının oluşumunda belli ölçüde söz sahibi olması aynı zamanda yargının demokratik meşruiyetine de katkı sağlayacaktır. Avrupa örneklerinde parlamentonun yargısal kurullara ve anayasa mahkemelerine belli sayıda üye seçmesinin temel nedenlerinden biri de budur. Bununla birlikte Yargıtay Başkanı'nın son adlî yıl açılış konuşmasında kullandığı şu ifadeler aslında oluşum açısından Türk yargısının ne derece demokratik standarttan farklı olduğunu ortaya koymaktadır: "Konuyla ilgili olarak yapılan kavramsal tartışmalara fazlaca girmeden söylemek gerekir ki, Anayasa'dan aldığı hakla Türk ulusu adına yargı yetkisini kullanan Türk yargısının, 'demokratik meşruiyet' gibi bir sorunu yoktur ve hiç olmamıştır."

Yargı reformu bağlamında Anayasa Mahkemesi ve HSYK'nın oluşumu, yetkileri ve kararları ile ilgili değişikliklerin Avrupa uygulamasını da dikkate alarak gerçekleştirilmesi, acil bir zorunluluk halini almıştır. Bu biçimdeki kısmî anayasa değişikliğine fevkalade sorunlu bir "yargı bağımsızlığı" algısıyla karşı çıkmak, aslında mevcut yapıyı savunmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Dinamik bir ülke olarak Türkiye, 2000'li yıllarda yargı ile ilgili sorunlarını Avrupa standardı dahilinde çözmekten başka hiçbir tercihi kabul etmemelidir.  
Doç. Dr. Yusuf Şevki HAKYEMEZ Anayasa Hukukçusu 
 
 
 
Kaynak: Zaman