Unutmak hiç kolay değil aslında...

İranlı yönetmen Ahmed Rıza Mutemedi'nin Alzheimer isimli filmini, geçen yıl gazetelerde okuduğum bir haberi hatırlayarak izledim. 1995 yılında İstanbul'da gözaltına alınan ve bir daha da geri dönmeyen Fehmi Tosun'un eşi Hanım Tosun, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nda konuşurken, hiç unutamadığı, 17 yıldır aklında tuttuğu bir plakadan söz ediyordu. Fehmi Tosun, "İmdat, polis beni götürüyor, öldürecekler" diye bağırırken oğlu koşup kolundan asılıyor, ama araba hızla gidiyor. Geride kalanlar bir daha hiç unutamayacakları plakayı hafızalarına kaydediyorlar: 34 UD 597...

Hanım Tosun sanki işte o plaka numarası aklında kaldığı için kocasının bulunacağından kuşku duymamaya çalışıyor. Bir faydası oldu mu plaka numarasının, bilmiyoruz? Besbelli insan bir umuda tutunmak istiyor.

Mutemedi'nin beşinci uzun metrajlı filmi, 2011 yapımı "Alzheimer" hiciv tarzında bir komedi ve yönetmenin önceki filmleri gibi felsefi bir katmana sahip. Benzeri felsefi katmanlar, felsefe eğitimi görmüş, Tahran'da bir üniversitede sinema dersleri veren bir yönetmen olan Mutemedi'nin önceki filmlerinde de mevcut. Filmlerinde hem havası hem de avamı dikkate alan iki katman bulunmasına dikkat ediyor mektepli yönetmen. "Oyunun Kuralı" (Kaidei Bazi) filminden dört yıl sonra çektiği filminin hiciv boyutuyla ortalama seyircinin ilgisini çekeceğini umarken, felsefi göndermeleriyle de entelektüel planda bir ilgi göreceğine inandığını belirtiyordu, dergilerde yer alan söyleşilerinde. Gişe verilerine göre yanılmadığı söylenebilir.

2011'de Oscar'a adaylığı konuşulacak kadar dikkat çeken ve uluslarası festivallerde ödüller alan "Alzheimer", yirmi yıl önce bir kazada ölmüş ve tanınmaz hale gelen yanık cesedi ailesine teslim edilmiş olan Mir Kasım isimli bir adamı konu alıyor. Bu süre içinde eşi Asiye her ne kadar yanı sıra bulunan eşyalar aksi bir kanaat uyandırsa da yanık cesedin Mir Kasım'a ait olduğuna asla inanmamıştır. Herkesin teslim olduğu acı bilgi niye gerçek olsun; işte bu düşünceyle Asiye, kimseye inandıramadığı bir dönüş anını beklemeyi sürdürüyor.

"Merhum" Mir Kasım'ın 20. ölüm yıldönümü için yakınları merasimler düzenlemeye hazırlanırken Asiye, her yıl yaptığı gibi kocasının kayıp olduğunu bildiren bir ilan veriyor gazetelere. İşte o sırada ünlü komedyen Mehdi Haşimi sahneye çıkıyor. Bir taraftan öldüğüne inanılan Mir Kasım'a benziyor, bazı açılardan ise inandırıcı olamıyor. Filmin hikayesi de zaten temelde "iman" ve "inkâr"dır ya... Asiye onun kocası olduğuna öylesine emin görünüyor ki Mehdi Haşimi'nin canlandırdığı, yaşadığı trafik kazası nedeniyle hafızası bulanıklaşan hasta, kayıp koca Mir Kasım olarak tanınmaya rıza gösteriyor nihayet.

Önüne yığılan aksini kanıtlayan belgelere karşılık Asiye hâlâ Mir Kasım'ın ölmediğine inanmak istiyor ve kendisini bu ölüme inanmanın maslahatına inandırmaya çalışan akrabalarına, eşine dostuna kafa tutuyor. Onun gibi/kadar inanan yok aile içinde çıkıp gelen unutkan adamın Mir Kasım olduğuna; kimisi yorum yapmadan karşılıyor bu geleni, kimisi ise şiddetle reddediyor. Sessiz, durgun, alayişten yoksun mekanlarda, kısıtlı diyaloglarla güçlenmeye devam ediyor Asiye'nin imanı.

Hanım Tosun da birşeyler değişsin diye uğraşıyor. Tutunduğu plaka numarası, bir açıklama sunabilir belki. Kocası Fehmi Tosun'u alıp götürdüler de, sonra neler geldi başına, belirsiz. " Kayıp olayı çok zordur" diyor. "Faili meçhulde bilirsin öldürüldü diye, bir mezar yaparsın üzerine çiçek koyarsın."

Gerçekçi bir üsluba sahip olan Alzheimer, giderek felsefi bir derinlik kazanmaya başlıyor. İnsanlar gibi toplumlar da ellerinde olarak veya olmayarak, bilrek veya istemeyerek unutur. Bazen de boşuna bir unutma çabasına düşer kişi, kendini yanıltır, unuttuğunu sanmak ister. Kişi kendisini olmadığı birinin yerine koyuyorsa, toplum da koymaz mı... Filmin kahramanı Asiye, bir bakıma olayları, kişileri ve olguları istediği gibi görmekteki ısrarıyla değişmeye zorluyor, üzerine bir baskıyla yönelen yargılara rağmen. İnançlarımıza sadakatimiz olmasa, rüzgarın önünde savrulan kuru yapraklar gibi her yöne dağılabilir varlığımız; Asiye'nin açıklaması bu.

Mutemedi filmin temasını şöyle özetliyor: Unutkanlığa duçar olmuş, gerçekleri unutmuş bir toplumla zahiren alzheimer bir insan karşılaştığında, neler yaşanır acaba...

Bir şeyleri unutmaya çalışarak yeni biri olamaz, bu yolla geçmişimizi geride bırakmış sayılmayız. Unutma yoluyla sağlayacağımız yeni kimlikle, eski toprakların dilini ve tarihi vakaların içyüzünü değiştiremeyiz de... İstediğimiz gibi, düşündüğümüz şekilde konuşamaz mı olmuşuz, cümlelerimiz yürekten yükselmiyor mu artık... Olmadığımız kişi gibi göründüğümüzde ya da kendi benliğimizin farklı dönemlerinden yükseldiğinde sesimiz ve isimler yerine metaforları tercih etmeye başlamışsak, alzheimer hastalığına yakalandığımızı düşünecektir insanlar.

Sırf bunu istiyoruz diye, kendimizi, kim olduğumuzu unutabilir miyiz peki? "Alzheimer" ı izlerken yer yer İtalyan yönetmen Antonioni'nin İngilizce olarak çektiği üçüncü filmi Yolcu'yu da hatırladım. (Profession Reporter/The Passenger, 1975) Film, kendi kimliğinden kaçmaya çalışan bir adamın çıkmazını konu alıyordu. Kuzey Afrika'da bir iç savaşı izlerken direnişçilere ulaşmaya çalışan Peter Locke (Jack Nicholson) adında bir gazetecidir filmin kahramanı. Kaldığı oteldeki oda komşusu hayatını yitirdiğinde, Locke kimi kimsesi olmayan bu adamın yerine geçiyor. Yeni kimliğiyle tüm geçmişinden, geride bıraktığı evinden, karısından, üvey evladından, işinden kaçabileceğini umuyor. Sevmediği bir hayattan bu yolla kurtulabilir mi bakalım? Daha önce hiç tanımadığı bir adamın kimliğini üzerine geçirdi diye ne kendisinden kaçabilir ne de farklı, özlediği hayatı sürdürme şansına sahip birisi olabilir.

Modernlik tasarımının bütün gücünü daha önce gelen her şeyi silip süpürme arzusu ile açıklayan De Man, "modern" dünyanın insanının herhangi bir şeyi başarabilmesini de geçmişi gönüllü olarak unutma becerisine bağlıyor ya... Köksüz unutuştur o, dolayısıyla eylemleri bir tür körlükle mümkün olacaktır.

Fakat güçlü iman da her zaman haklı iman anlamına gelmeyebilir; Mutemedi'nin filminin bir teması da bu. Mehtap Kerameti'nin başarılı bir oyunla canlandırdığı Asiye, yabancı adamın kocası olduğuna inanmak istiyor, gerçeğin kodlarını değiştirerek geçmişi geri getireceği inancında. Bu inancıyla zayıf ve sessiz kadın güçleniyor, bambaşka bir ifade yeteneği kazanıyor. Şu var ki kimse kimsenin yerini tutamaz, alzheimer göstergelerinin bile açıklamakta zorlanacağı anlar geçmişe karışıp gitmezler.

İnsan unutmaya çalışsa da bilinçaltı izin vermiyor: "Toplu mezarlar ortaya çıkıyor" diyor Hanım Tosun. "Geceleri rüyama giriyor. Acaba diyorum Diyarbakır'da çıkan kemiklerden biri benim eşimin mi? Devlet bir an önce DNA testi yapsa diyorum. 6 yaşındaki torunum soruyor, 'Dedemi ne zaman bulacaksın. Mezarını yapmayacak mıyız?' diye. "

Antonioni'nin filminde dışarıda toz toprak içinde süren hayattan bir bakışla pencerenin dışından odayı seyretmeye başladığımızda kahramanımız öldürüldüğünü görüyoruz. Niye öldürüldü, sebebi meçhul. Cesedi teşhis etsin diye getirilen karısı, öleni tanımadığını öne sürerken, gerçek kimliğinden habersiz yol arkadaşı genç kız, iyi tanıdığına emin görünüyor.

Varlığımızı türlü kodlamalarla kuşatan modern hayat, bir taraftan da kimlik değişimini sadece fotoğraflardaki değişimle sınırlıyor. Üst üste yığılan dosyalar bir kaybı daha da pekiştirmeye hizmet edermiş gibi...

"2001 yılında Aksaray'da gözaltına alındım, terörle mücadelede. Eşimin bir dosyasını getirttiler. O dosya kayıp, bulmanızı istiyorum" diyor Hanım Tosun.

Alzheimer, yakalanan kişiyi çeşitlendiren, bambaşka biri gibi gösteren, ama sadece gösteren yönleriyle metaforik olarak bir hayli doğurgan bir hastalık. İmgesel zenginliğin imkânlarıyla da Mutemedi felsefi göndermelerini sade bir anlatımla gerçekleştirmeyi başarmış.