Türkiye'nin derinden akan bir üniversite sorunu var.
Bilim üretiminde kısır, ideolojik tartışmada öncü bir üniversite yapısı, Türkiye'nin gündeminden düşmüyor.
Türkiye 68'leri tartıştı, 80 öncesini tartıştı ve çeyrek asırdır da YÖK'ü tartışıyor.
Türkiye'de şu soru, birçok üniversite mensubu için çok rahatlıkla sorulabilir:
-Bir profesör, doçent, yardımcı doçent... Salt bir bilim adamı mıdır, yoksa ideolojik eylemlerin tamamlayıcı unsuru mudur?
Yaşadığımız on yıllarda sorunun ikinci kısmı çok daha öne çıktığı için bu ünvanlar sorgu konusu oluyor.
Açık bir gerçek ki, üniversitelerin sayılamayacak kadar sorunu var. Ve Türkiye, acil bir üniversite reformuna muhtaç.
Ben burada sadece bir alana, o da bir haber dolayısıyla temas etmek istiyorum.
Haber şu:
"Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi'nde görev yapan 51 öğretim üyesi, üniversite yönetiminin keyfi tutumları ve bazı kurumların fişleme yapması sonucu kendilerine kadro verilmediğini ileri sürdü."
Haberin kaynağı, 5 profesör, 6 doçent, 33 yardımcı doçent, 7 araştırma görevlisinin ortak açıklaması.
Vaktiyle, Türkiye'nin olağanüstü günlerinde MİT, JİTEM veya Cumhurbaşkanlığı adına fişlenmişler. Yargılama yok, aklanma hakkı yok, her şey bir jurnalden ibaret. Ve o jurnal, zaten böyle bir biçme aracı bekleyen yöneticinin eline verildiğinde sizin tüm akademik hayatınızı karartıyor.
Bunlar Türkiye'de yaşana geliyor.
12 Mart'tan sonra 1402'likler diye bir topluluk oluşmuştu. Sıkıyönetim günlerinde biçilenler topluluğu...
12 Eylül sonrasında da oldu bu.
Ve 28 Şubat 1997den sonra...
İdeolojik mahiyetleri farklı ama, hepsi sonuçta bir biçme ameliyesini devreye sokuyor.
Aslında bu işin bütün çıplaklığı ile masaya yatırılması gerekiyor.
Bu işten, üniversitede akademik tırmanışın seyrini kastediyorum.
-Acaba bir kastlaşma söz konusu mu?
-Acaba ideolojik bir biçme mekanizması işliyor mu?
-Acaba ideolojik bir kayırma mekanizması işliyor mu?
-Acaba, masonik bir dayanışma mekanizması işliyor mu?
-Acaba ağzınızla kuş tutsanız girme yolunun tıkandığı zamanlar oluyor mu?
Bunları boşuna sormuyorum, çünkü üniversiteler camiasında bu sorular etrafında kıyamet gibi hikaye dinleyebilirsiniz.
Rahmetli Özal, TUS'u, yani Tıpta Uzmanlık Sınavını niye gerçekleştirdi?
Hakkı olan girebilsin, bir takım kastların insanların yolunu kesmesi önlensin diye...
Üniversitelerde neredeyse aile ya da gizli dernek kastları oluşuyor, o çemberi yarmak hele Anadolu'da dayısı – amcası bulunmayan gençler için imkânsız hale geliyordu. Şimdi tıp dünyasında bu kastlar aşıldı ve pek çok genç bilim yolunda ilerleme imkânı elde etti.
Ama benzeri bir sistem, diğer dallarda yok.
Bundan önceki hükümet döneminde, üniversite reformu çerçevesinde bu gerçekleştirilmek, istendi. Bütün dallar için merkezi sınav önerildi, ama üniversitelerden isyanlar oynandı.
Biz kiminle çalışacağımızı seçemeyecek miyiz?
Evet, siz kiminle çalışacağınızı seçin ama, bu arada kayırmalar, bilinçli tasfiyeler olmasın.
Olmuyor mu?
Hem de nasıl oluyor?
Diyelim, yüksek lisans yapacaksınız. LES'iniz (şimdi ALES) iyi, yabancı dil puanınız iyi, ama bir de "Mülakat"tan geçeceksiniz. İşte ne oluyorsa orada oluyor. Bunu mülakat yerine diyelim bir "yazılı bilim sınavı" olarak yapabilirsiniz. Mülakat keyfiliğin kapısını açıyor. Diyelim 200 kişi yüksek lisans için başvurmuş olsun, oysa 15 kişi alınacak. Nasıl eleyeceksiniz? Acaba işaretli adamlarınız var mı? İşaretli adamlarınızdan daha yüksek LES ve yabancı dil puanıyla gelene ne yapacaksınız?
Bakıyorsunuz bir yüksek lisans mülakatının notlarına, birileri 100 – 100 – 100 almış, birileri de sıfır – sıfır - sıfır, ya da 5-5-5 almış...
Nasıl bir biçme, nasıl bir kayırma sisteminin devrede olduğu adeta bağırıyor.
Diyelim bir kadro istiyorsunuz, almak istediğiniz bir adamınız var, kadro geliyor, sınav açıyorsunuz, adamınız sınava giriyor ve kazanamıyor. Kadroyu o bölümde yıllardır bekleyen insanlar için kullanmıyor, geri iade ediyorsunuz. Ve bunu birkaç yıl tekrarlıyorsunuz.
Eşi başörtülü olduğu için doçentlik barajını geçemeyenleri biliyorum.
Parmağında gümüş yüzük görüldüğü için biçilenleri...
Ya da, bay seçicilerin sosyetesine katılamadığı için...
Bu, bir dokun bin ah işit türünden bir dramdır.
Hükümet dokununca isyanlar başlar. Oysa mağdurların, daha doğrusu boğulanların sesi çıkmaz.
Hadi soralım:
Acaba hükümet YÖK dosyasını ne zaman açacak?
Hani bir reform diye bir şey vardı? Nerelerde kaldı o?
Üniversiteler ne zaman, ideolojik biçicilik atmosferinden çıkıp da, Türkiye'yi bilim yolunda ilerletecek?