Türkiye'de üniversitelerde nicelik ve nitelik arttırılmasına ilişkin tartışmalar her zaman keskin olmuştur. Toplumdan ve siyasi otoriteden gelen nicelik baskısı ile, üniversitelerin içinden gelen direnç; üniversitelerin üs yapı ve yetkili kurumlarından gelen nitelik baskısı ile, ağır ders ve öğrenci yükü çekenler tarafından dile getirilen itirazlar her daim bu tartışmaların çerçevesini oluşturmuştur.
Ayrıca, Türkiye'deki üniversitelerin olabildiğince birbirine benzer hale gelmelerini sağlayacak, özerk, özgün ve farklı olmalarını ortadan kaldıracak bir yapı da 80 sonrasının hediyesi olarak var olan tartışmalara eklenmiştir. Öğrenciler, Türkiye'de kaç üniversite mezunu; öğretim üyeleri de kaç eser olduğunu gösteren istatistiklerin rakamsal karşılıkları gibi olmuştur. İstemediği fakültede okuyup diploma almak zorunda kalan öğrenciler ile geniş güruhlara bezgince ders anlatan hocalar yaratan bir sistemden söz edilebilir. Aldığı maaşla ay sonunu getirmeyi hesaplayan ortalama bir öğretim üyesi, her yıl en azından beş-altı master ve doktora tezi yönetir, en az üç yüz sınav kağıdı okur, idari işler yapar, ortalama haftada on saat ders verir ve her üniversitede kurulu ama ne işe yaradığı her zaman bilinmeyen bir dizi merkezden birinde de görev alır. Bunların dışında kalan zamanda da ya gelir arttırıcı başka işler yapar, ya araştırma üretir, ya da 'ders' çalışılır. Bazıları hepsini yapar, bazıları hiç birini.
Üniversitelerde verimliliği artıracak, niteliği yükseltecek önlemlerin aslında her kurum, hatta bölüm içinde düzenlenmesi mümkün; ancak üniversitelerin merkezi olarak düzenlenmiş olması ve seri üretim yapan birer fabrika olarak algılanması buna izin vermiyor. Aynı bakış açısının üniversiteye giren öğrencilere yönelik olduğu da anlaşılıyor. Üniversiteye giriş sınavının usul ve işleyişi, eşit ve adil bir uygulama esasına dayanabilir. Bununla birlikte, sınavda doldurulan kutucuklar bir gencin makine mühendisi mi bilgisayar mühendisi mi olmak istediği konusundaki bir ayırıma dayanmaz, nereyi kazanırsa orada okur, üstelik bu iki mühendislik alanındaki eğitimin hangi noktadan sonra ayrıştığını da öğrenemez.
Oysa günümüz bilim anlayışında çok disiplinlilik ve bunun içinden hareketle uzmanlaşma esası yaygın. Kısacası, benzer kökenden gelen bilim dallarında geniş bir taban eğitimi alan öğrenciler, sonradan eğilimleri ve arzuları doğrultusundaki uzmanlık alanına yöneliyorlar. Ayrıca başka disiplinlerden de fazlasıyla yararlanıyorlar. Bu yöntem, Türkiye'nin komşularını sayamayan mühendis ile toplama yapamayan sosyolog yetişmesine, ardından her şeyi bilen ama mesleğinin özünü bilmeyen kişiler yetişmesine engel olunması için geliştirilmiş. Dünyanın saygın üniversiteleri böyle yapıyor.
Her üniversite, hatta her bölüm, kendi profilini geliştirebilir ve Türkiye genelinde de bunların birbirine benzer değil rekabet edebilir olması dikkate alınabilir. Bu rekabetin küresel rekabeti de beraberinde getireceği düşünülebilir. Dolayısıyla mesele, öğrencilerin üniversiteye nasıl gireceklerinden çok nasıl çıkacaklarıyla ilgili. Sabancı, Okan ve Işık Üniversitelerindeki 'iki yıl ortak, sonra bölüm seçimi' uygulaması, muhtemelen bu verimlilik ve nitelik meselesinden kaynaklanan endişelerle yaşama geçirilmiş. Uygulamanın, varolan giriş sınavlarına göre haksız rekabet yarattığı ileri sürülebilir. O zaman ya bu üniversiteleri sınav sistemine ya da sınav sistemini üniversitelere uydurmak gerekir. Nicelikten bakılırsa birincisi, nitelikten bakılırsa ikincisi tercih edilebilir ve sanırız ki nereden bakıldığı anlaşılmış durumda.
Kaynak: Star