Üniversite sınavı ve sonrası

Geçen haftaki eğitim köşesi yazımda (7 Haziran) bugünkü yazıda (14 Haziran) eğitim sistemimizdeki kaynak kullanım yanlışlarını, vergi gelirlerinin yanlış alanlara yatırıldığını, özel sektörün eğitimde desteklenmediğini ve payının çok küçük olmasından kaynaklanan sorunları ele alacağımı belirtmiş idim.

Ancak, bu yazımın 14 Haziran tarihine rastlaması yani üniversite giriş sınavıyla aynı güne gelmesi beni kaçınılmaz olarak bu konuda bir yazı yazmaya yönlendiriyor.

Sözümün arkasındayım ve bu çok önemli yanlış kaynak kullanım meselesini haftaya ele alacağım.

Bu yazının Star gazetesinde yayınlandığı gün yaklaşık 1 milyon 350 bin öğrenci üniversite sınavına (ÖSS-Öğrenci Seçme Sınavı) giriyor; seneye sistemin değişeceği, sınavın iki aşamalı olacağı söyleniyor ama burası Türkiye, yarın bile ne olacağı belli olmaz.

Resmi istatistiklere baktığınızda bugün sınava giren 1 milyon 350 bin öğrenci 620 bin kişilik bir kontenjan için yarışıyorlar.

YÖK Başkanı'nın açıklamalarına göre bu sene devlet üniversiteleri 534 bin, vakıf üniversiteleri 84 bin öğrenci alacaklar.

Meselenin arka tarafına pek bakmaz ve bu istatistiklerle yetinir iseniz, 620 bin öğrenci, 1350 bin kişilik bir kontenjan için yarışıyor; iyimser bir yuvarlamayla yaklaşık iki öğrenciden, iki adaydan biri 2009 senesinde üniversiteli olacak.

Eh, meseleye böyle bakarsanız yarış sert gibi gözüküyor ama öyle söylendiği kadar da korkunç değil.

Ancak, bu görüntü büyük ölçüde aldatıcı.

ÖSS sınavına gençler ortalama yirmi yaş dolayında giriyorlar ve bu yaşlar gençlerin kendilerini bir dünya fatihi olarak gördükleri daha doğrusu görmeleri lazım gelen bir yaş; örselenmemiş, geleceğe yönelik beklentileri kırılmamış, fırsatlar ülkesinde yaşayan bir genç bu sınavda en iyisini hayal etmeli.

Söz konusu 620 bin kişilik kontenjandan açık öğretimi, meslek yüksekokullarını çıkardığınızda geriye kalan dört yıllık örgün öğretim kontenjanı iki yüz bin dolayında.

İyi yönetilen bir yükseköğretim sisteminde, iyi yönetilen bir ülkede aslında meslek yüksekokulları, hatta açık öğretim modeli bile çekicidir ama bugün için bunu ülkemizde söylemek kolay değil.

Meslek yüksekokulları ve açık öğretim modeli konularına başka bir yazımda değineceğim.

Bugün sınava giren 1350 bin öğrencinin kalbinde yatan aslan büyük ölçüde dört senelik bir üniversite; sadece bu açıdan baktığınızda bile şans oranı 1350 binlik bir aday grubu için 200 bin kişilik bir kontenjana düşüyor.

Ama, esas mesele bir adım daha ötede.

Söz konusu 200 bin kişilik kontenjana baktığınızda, bu kontenjanı yakından incelediğinizde, aslında elinize diplomayı aldığınızda size bu küresel rekabet ortamında bir olanak sağlayacak, önünüzü açacak diploma verecek kontenjan sayısı, taş çatlasa, iyimser bir tahminle, yirmi bin.

Yani aslında bugün 1 milyon 350 bin aday yirmi bin kişilik bir kontenjan için yarışıyorlar.

İsimlerini vermek istemeyeceğim bir dizi üniversitenin bir dizi fakültesinden, bölümünden mezun olsanız ne olur, olmasanız ne olur; bu durumun farkında gençler de buralara zaten sadece bürokraside ve askerde işe yarar diye bir diploma elde etmek için gidiyorlar.

İki hafta önce eğitim-öğretim sistemimizin bütünü için kullandığım KİT tabiri bu yükseköğretim diplomaları için de geçerli.

Bu durumun temel nedeni de eğitimde, başta kaynak tahsis meseleleri olmak üzere, temel kararların yanlış alınmış olması.

Kimse alınmasın, iki yüz bin kişilik üniversite kontenjanının 180 bininin açık öğretimden bir farkı yoktur; en azından açık öğretimde sabah yollara düşmek derdi ve öğretim üyesinden başka her şeye benzeyen 'hocalardan' ders dinleme külfeti yok.

Star Gazete