Bugün dünyanın içinde bulunduğu açmazların en çetrefilli olanı hiç kuşkusuz ulus devlet mantığıdır.
Egemen bir sınıfın değerleri, dünya görüşü, kültürü, dinî inançları, mezhebi, gelenekleri ve dili etrafında oluşan bir ideolojinin egemen olduğu bir otorite olarak ulus devlet, esasında varlığa (ontolojiye) bir müdahale olup totaliter tavırların en kabası olarak kendisine var oluşsal referanslar bulan bir ilişki/egemenlik biçimidir. Bu egemenliğin en belirgin özelliği ise kendi referans alanlarını tam da Baudrillard'ın dediği gibi "mış gibi" kabul etmesidir. Çünkü bu atmosferde ortaya çıkan toplumsal kombinasyonda "ulus" mefhumu esasında Anderson'un da deyimiyle, "hayal edilmiş bir siyasal topluluktur." Ulus olarak adlandırılan bu siyasal kolektiviteden hareketle üretilen milliyetçilik ideolojisi de insanlar için yeni bir "bağlılık odağı" haline getirilmiştir/gelmiştir. Hiçbir zaman pratik olarak mümkün olmayan bir yapı, kendisini tamamen hayalî parametreler üzerinden var ederek dayatmaktadır. Tek tip bir toplum ya da bireyin mümkün olma durumu esasında varlığın doğasına ve sosyolojik gerçekliğe çok denk düşmemesine rağmen çok uzun bir süre bu yönde bir yol izlenmiştir.
Bireyin topluma uyarlanma süreci olan sosyalizasyonu belirleyen çerçevenin de en başat ajanı (faktörü) biricik olan tarihimizdir, kişisel tecrübelerimiz ve kaprislerimizdir. Ama buna rağmen modern ulus fikri bu özgünlüğü yok sayarak toplumdaki farklılıkları hep asıl bütünün parçası olarak görmeye dayanır. Oysa parçalar ile bütün arasında ne ontolojik olarak ne de yapısal olarak bir akrabalık söz konusudur. Buna rağmen böyle bir bütünlüğü oluşturma girişiminin varlığa doğrudan bir müdahale olacağı açık değil midir? Bu açmazlarından dolayı da bugün medeni dünyada artık hiç kimse ne kolektif bir bilince dayanan bir ulus yaratma peşinde koşmakta ne de homojen toplumsal yapının hayalini kurmaktadır.
Günümüzde örneklerine artık çok az rastladığımız ulus-devlet modeli esasında tarihsel olarak Ortaçağ Avrupa'sının kendine özgü tarihsel ve toplumsal şartlarının oluşturduğu "feodalitenin" çözülmeye başladığı dönemde ortaya çıkmış ve bu değişime paralel olarak da farklılaşarak tarihteki yerini almıştır. Ama bizde her ne hikmetse bu ideoloji tüm zamanların, hatta var olan ve olacak olan tüm temsilleri içinde barındıran kuşatıcı bir yol haritası olarak görülmeye devam edilmektedir. Batı Avrupa'da, kendi ulusuna bağlılığın her türlü bağımlılık türünden daha önemli olduğunu kabul eden bu ideoloji sayesinde burjuvazi rahatça gelişip serpilmiş, ekonomik ve toplumsal iktidarın merkezi haline gelmiştir. Modern devlet ise böyle bir toplumsal kategori ya da kolektivitenin üzerinde kendini gösteren siyasal örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda Türkiye dünyada örneğine az rastlanır ulus devletlerden birisidir. Çok farklı yapıları içeriyor olmasına rağmen her gün en yetkili ağızlardan en alt kademeye kadar her bir devlet aygıtı temsilcisi ve görevlisi insanlara zorla sembolik bir retorik üzerinden birlik çağrısı ve dayatmasında bulunmaktadır. Bu birlik sanıldığı gibi "farklılıkların birlikteliği" olmayıp "tek tipleştirmeyi" içeren bir birlikteliktir. Türdeşleşmeyi ve özgün değerlerinden vazgeçmeyi öngören bir birliktelik hevesidir söz konusu olan. Ve bu heves öyle sadece devlet ve devletçi kesimlerin ütopyası da değildir ne yazık ki.
"Bizi arkadan hançerliyorlar", "sevmiyorsan çek git", "iyi ki Ermenileri öldürmüş ve Rumları da denize dökmüşüz" retoriğini bugün kullananlar en çok da bu tarz bir düşüncenin egemen olmasından mağdur olanlar ise gerçekten de iş artık içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Otoriter ve merkeziyetçi olan Cumhuriyet modernleşmesi, tıpkı yönetim geleneğini devraldığı Osmanlı gibi, meşruiyetini toplumdan değil kendinden alan devleti koruma ve güçlendirmenin bir gereği olarak, toplumu denetlemeyi belirleyici bir rol olarak sürdürmüştür. Dolayısıyla, Cumhuriyet devleti de, tıpkı Osmanlı Devleti gibi, devletin dışında meşru özerklik alanı tanımamıştır. Ancak Cumhuriyet devleti, Osmanlı'dan farklı olarak, toplumu, farklılaşmamış, eksiksiz bir bütün olarak görmektedir. Tek millet ve tek devlet söylemi, Osmanlı'dan farklı olarak halkı; sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle olarak kabul etmektedir. Nitekim, ulus-devleti inşa etme hedefi çerçevesinde izlenen politika, Osmanlı'dan miras kalan ve dinsel, mezhepsel, dilsel ve etnik açıdan heterojen olan kitleyi homojenleştirmek şeklinde belirmiştir. Bunu yaparken, Cumhuriyetçi seçkinler, soyut bir "vatandaşlık" anlayışıyla hareket etmiş ve siyasal bir üst-kimlik olarak tek millet yani, "Türk vatandaşlığı" etrafında farklılıkları birleştirmeye çalışmışlardır.
Ancak, 85 yıllık süreç içinde topluma giydirilmeye çalışılan bu üst-kimliğin hiçbir zaman kuşatıcı olmadığı görüldü ve bu durumun telafi edilebilmesi için yeni aktörler arama çabasında bugünkü iktidar ne yazık ki kendi isteğiyle buna heves edip konuyu öncelikli gündem maddesi haline getirdi. Bu elbiseyi bu topluma giydirmek isteyen seçkincilerin, bunu halktan görünenlerin eliyle çok daha kolay ve rahat giydirebileceklerini fark etmeleri zor olmadı tabii ki. Oysa modern zamanların "millet" kavramsallaştırması geleneksel dönemlerden kalma unsurlarla birlik olan topluluklara işaret etmemektedir. Burada en can yakıcı soru seçkincilerin topluma giydirmeye çalıştığı bu dar elbiseyi neden AK Partililer, kendilerine de dar geleceği açık olduğu halde çok hevesli bir biçimde topluma giydirmek istemektedirler?
Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi politika ile kimi kirli işler arasındaki malum ontolojik akrabalıktır, yani bir misyon partisi olmaktan çıkıp yavaş yavaş bir kitle partisi olmaya doğru hızla değişiyor olmaları ve dolayısıyla "AK" olma durumunun ciddi bir biçimde zedelenmiş olmasıdır. İkincisi de, ki bunun daha da önemli olduğunu düşünüyorum, onların da bu seçkincilerle paralel bir ideolojik mantığa sahip olmalarıdır.Ne zaman ki toplumsal alt kademeler ve hatta bireyler kendi aralarında tahammül, tanıma ve kabullenmeyi öğrenirlerse devleti de bu yönde değiştirebilirler. Aksi halde bu bir fantezi olmaktan öteye gidemeyecektir.
Kaynak: Zaman