Gelin, Diriliş mimarının satırlarıyla başlayalım yazıya:
’’Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır?
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır…
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır…’’
Ölüm düşüncesinden hiç ayrı düşmedik biz. Uzak bilmesek de yakınlığından titremedik, bir fazla koşmaktan gayri iş bellemedik. Ölümsüzlüğü seçenlere bir kavuşmaydı mekan değiştirmeydi; ölüm.
Konu başlıklarını üst üste yığmıştım. İçinden birini önceleyip başlayacaktım, aslında kendime yazacaktım. İnanacaktım yazdıklarıma ya da paramparça olacaktım böyle olmamalıydı, diye.
1-İran Inkılab’ının 31. senesiydi. İnsanlar meydandaydı. 1981’de bütün İranlıların yaptıklarıyla övündükleri günde, bende henüz tekelleşmemiş ınkılab’ın, ayrı düşmemiş ınkılabçıların arasındaydım. Beni Sadr Cumhurbaşkanı, Ali Recai başbakandı. Meydanlar tekti henüz, öteki yoktu. Beni Sadrcılarla Ali Recaicilerin posterini öne çıkarma yarışı vardı. Yarış, hizmet çıtasını yükseltmeye yarardı.
2-Nato’nun Hilmend saldırısı üzerine ‘’İslam alemini yakıp yıkan Nato’ya hayır‘’ başlığının altını doldurmalıydım.
Böylece tuşları başına oturmuşken’’ Hamit CAN vefat etti’’ haberini karşımda buldum. Binbir yapraklı çınarımızdan bu defa da Hamit CAN düşmüştü. Kalbimdeki bütün yapraklar birden kıpırdadı.
Analarımızın höllüğe beleyerek büyüttüğü gibi 80 öncesi gençleri olarak ölüme hazır olmak, yol azığımız olmuştu bizim. Biz, hiç yaşlılık hesabı yapmamıştık. Yılları üstüste devirmeyi konuşmak edep dışıydı. Biz yaşlanmayacaktık, ulu çınarlar gibi bedenimizi hastalıklar sarmayacak, yorgunluk dizlerimize çökmeyecekti.
Dostluk tohumu gönüle bir kere düşer ve boy atıp giderdi. Dostluklarımız İslam ağacındaki yapraklardı.
Hiç önemli değil ilk nerede tanış olmamız ‘’İlk günümüz kırk yıllık gün gibidir, çünkü’’
Canım kardeşim kaç defa, son defa karşılaştık. ’’Bir yere kaybolma içeride bir konu var hemen geliyorum’’ deyişin Haseki’de; bunlar önemli değil. Mutanoğlu zor ikna etmişti, beni o yolculuğa. Anayasamız, Kur’an deyip gençliğimizde bizi coşturan hadislere.
Karşı çıkıp kendi Kitab’ul Hadra’sını yazıp bir İslam beldesini Müslümanlara geçilmez demirperde yapan adamın idaresineydi tepkim… ‘’Yusuf Kaplan, Hamit Can, Mustafa Özkaya’da var beşimiziz .’’
Turgut Reis’in şehrini, Trablusgarb’ı sindire sindire adımlayacaktık. Otel lobisinde; yanık tenli, gergin derili adam gözümüzden kaçmamıştı. Kolombiyalı İmam Juliano Zabata; ’’14 yaşımda bir rüya gördüm.İslam dini ve Peygamberi üzerine kitaplar okumaya başladım. 28 yaşımda rüyamda bileğimden tuttular, ‘İslam’a girmek için daha ne bekliyorsun.”
’İşte Zabata’dan aldığımız coşkuyla Kaptan-ı Deryamız’ın şehrine çıkmıştık. Akdeniz sağımızda yay gibi uzanıyor. En sonda Osmanlı camileri. Dün oralardaydık,bu gün sokak aralarına dalacaktık.Koca reis seferdeydi,bizde Anadoludan yeni düşmüş leventlerdik.İlk minareyi görünce sola döndük. Daha ilk adımda medeniyet budur, diye başladı Yusuf, Metin Arapçamı, İngilizcemi konuşma kararını verirken, ’’Bir dakika’’ dedin sen. Önünden geçtiğimiz dükkana uzanıp selam verip içeri girmiştin. Biri çeneden sakallı, öteki sinekkaydı iki gencin Türkiyeli olduğunu yakalamıştın. Sağdan soldan derken gördüğümüz namaz hocaları ve elif balardan fazlasını aramamıştık; onları bağrımıza basmak için. Antakyalılardı, memleketten nişanlılardı. Kötü konuşmalardan rahatsız oldukları için Türk kahvelerine gitmiyorlarmış. O gençlere de gönül bahçemizde yer açıp yürüdük.
Akşam namazı için durduğumuz camiye hayran kalmıştık. Ortada baba iki yanında üç ve dört yaşında iki oğlu görünce sevinçten çöküp kalmıştın. Çocukları sevip babayı övmüştün. Sanki kırk yıllık dostumuz 1912’den hasret kaldığımız hemşehrimizdi. Bu vesile mühendis babayla yeni bir dostluk fidanı dikmiştik.
Karanlıkta yola devam ettik. Nasibimiz açıktı. Yeşil kitap komitesine rastladık, daldık içeriye. Bir garip demli çaydan içerken, Yusuf medeniyet projelerinden başladı. Biz dinledik, ‘Anayasamız Kur’an’ diyen adamın Fizan çölüne kar yağdırdığını söyleyemezdik ya. Yeşil Komite’den izin aldık. Nısfı gecede bağrımızı Akdenizin serinliğine verdik. İnceden inceye bir ses geliyor gibiydi;’’Deniz üstünde yürürüz düşman arar buluruz. Endülüs’ün hıncın alırız. Bize Hayreddinli derler.’’
Hamit’im Can’ım kardeşim. Babalarımızın yüreğini başka yetimlikler yakmıştı. Bizi başka acılar boğdu. Yaşamın en güzel tarafı Suriçi’nde; Üsküdar’da daha bilmem nerede, dostlarla selamlaşmadaydı. Ölüm düşüncesinden hiç ayrı düşmedik; Üstadın dediği gibi ‘’Uzatma dünya sürgünümü benim.’’ Sürgünün bittiği, aldatıcılardan, kavgasını verdiğimiz davanın başına oturunca mücadeleci sesimizin yerine saltanat kuranlardan kurtuluş günü o gün.
Cezayir’de, Senegal’de, Türkiye’de, İran’da, Afganistan’da vs; artık ayetler mızrak ucunda değil, aldatıcılar ayetlerden elbiseler dikip dolaşmakta ve aldatmaktalar. Duvarların içindeki evlere de çekilmedik. Hamidim kardeşim, kalp krizi nasıl vurmasın bizi, bu kalbi sökülmüş çağda. Buyruk en ağır yükün altına salmışken bizi. Sen dualarla, dostların omuzunda geldiğin yere döndün. Dönüşün mübarek olsun. Ben şimdi bu yanda, bildiğin yola devam edeceğim.
Çınar yeni yapraklar versede düşen dostların yeri hep boş kalacak ve kalıyor. Rabbim seni rahmetine gark etsin.