Ülke bütünlüğü nasıl korunur

PKK'nın 1978'de kurulup 1984'ten itibaren, "dört ülkeye yayılan Kürtleri tek bir Marxist-Leninist devlet bayrağı altında toplamak" iddiasıyla silahlı bir isyan hareketi başlatmasından bu yana, ülke bütünlüğünün nasıl korunacağı sorusunun gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Bu soruya bugüne kadar verilen cevaplar, iki ana yaklaşımda toplanabilir.

Birinci yaklaşıma göre ülke bütünlüğünün korunmasının yolu, Kürtleri yok saymak, aksini iddia edenlerin hapse atılması, isyan edenlerin ve destekçilerinin tek tek öldürülmesi, bu arada Cumhuriyet'in kuruluş döneminden itibaren uygulanan Türkleştirme politikasına devam edilmesidir. En olgun biçimine 12 Eylül askerî yönetimi döneminde kavuşan bu yaklaşım, en az 30 bin yurttaşın ölümüne, yüz binlerin bedenen ve ruhen yaralanmasına ve yüz milyarlarca dolara mal olduktan sonra (artık başta gelen bazı temsilcilerinin de itiraf ettiği üzere) tümüyle iflas etmiştir.

İkinci yaklaşıma göre ise ülke bütünlüğü ancak demokrasiyle korunabilir. Bunun için Türkiye'de kendini Kürt sayan yurttaşların da yaşadığı kabul edilmeli, kimliklerini ve taleplerini özgürce ifade etmeleri sağlanmalı, yoğun olarak yaşadıkları bölgenin kalkınmasına özel bir çaba harcanmalıdır. Bu yapıldığı takdirde, şiddet kullanan ayrılıkçılığı tecrit etmek ve etkisizleştirmek mümkündür. Zira Türkiye Kürtlerinin ezici çoğunluğu, kimliklerinin saygı görmesini istediği kadar Türkiye'nin bütünlüğünün korunmasından da yanadır.

İkinci yaklaşımın 1990'lardan itibaren sivil toplumda yaygınlık kazanmaya başladığı, 1999'da PKK'nın ateşkes ilan etmesi ve Türkiye'nin AB'ye aday ilan edilmesiyle açılan yeni dönemde resmi politikalara da hâkim olduğu söylenebilir. Denebilir ki 1991'de Kürtçe üzerindeki yasağın kaldırılmasını takiben, 2001-2004 yılları arasında kabul edilen AB reformlarıyla (Kürtçe yayın ve eğitimin serbest olmasıyla) Kürt kimliği resmen tanındı. Kürt kimliğini temsil etme iddiasındaki partiler ilk kez 1999 yerel seçimlerinde birçok belediyeyi kazandı; bu partilerin sonuncusu olan DTP de 2007 seçimleriyle parlamentoda temsil imkânı buldu. Artık Türkiye'nin gündeminde Kürt kimliğinin ve taleplerinin ifadesi üzerindeki bütün yasak ve engellerin kaldırılması var.

DTP'nin parlamentoda temsil edilmesi, ülke bütünlüğünün korunması yolunda atılmış büyük bir adım. Bunu en iyi DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, geçen gün Zaman'a verdiği demeçte ifade etti: "Geçmişte etnisiteyi çok öne çıkaran bir mantığa sahiptim. Ama bugün etnisite üzerinde siyasetin büyük tehlike ve tuzaklarla dolu olduğunu görmeye başladım. Eskiden 'herkesin devleti varken Kürtlerin niye olmasın' diyorduk. Şimdi bunun kolay olmadığını ve böyle bir durumun birlikte dostça yaşayan iki halk arasında büyük düşmanlıklar yaratacağını ve bu halkların geleceğini karartacak bir noktaya götüreceğini düşünüyorum. Etrafımız tuzaklarla dolu. Çek ve Slovaklar gibi değiliz ki. Bence birlikte yaşamanın müthiş yararları var. Kaldı ki dünya küçülürken bu durumun tersini savunmanın yararı yok." (3 Aralık)

Muş milletvekili Sırrı Sakık'ın bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşma da, DTP'nin TBMM'de temsil edilmesinin Türkiye'nin şiddetten arındırılmasına yapabileceği katkının altını çiziyordu: "Bu ülkenin bir de PKK gerçeği var. Eğer Başbakan ABD'de Bush ile baş başa PKK'yı konuşuyor ise, biz de burada konuşmalıyız... Bu, bizim sorunumuzdur. Onu (PKK'yı) silahsızlandırmak boynumuzun borcudur." (5 Aralık)

Güneydoğu'da oyların yarısından fazlasını alarak Türkiye Kürtlerinin baş temsilcisi olma vasfını kazanan AKP hükümetinin bugün elinde Kürt sorununun aşılması için artık kaçırılmaması gereken bir fırsat var. AKP hükümeti bu yöndeki çabalarında, parlamentoda ve parlamento dışındaki, ülkenin birliğine bağlı ve şiddete karşı tavır alan Kürt siyasileriyle görüşerek onların yapabileceği katkıları seferber etmekten kesinlikle kaçınmamalı.

 
Kaynak: Zaman