Ufuk Duygun üzerine bir yazı yazacağımı “İpekböceği’nin Şehir Atlası” başlıklı yazımda belirtmiştim aylar önce. Ufuk, aile dostu, ağabeyimin futbol arkadaşı; ilk gençlik yıllarımızın kasetleri, zor bulunur kitapları mesela Exupery’nin Savaş Pilotu ya da ne bileyim Thoreau misali aktivist yazarların metinlerini hatırlatan aforizma cümleleri onun üzerinde “Ufuk Kırtasiye” yazılı dükkanından yükselirdi yaşadığımız semtte. İstasyon karşısındaki pasajın içindeki dükkanda her zaman sahibinin sevdiği kasetleri, kitapları, fotoğrafları buldu, müşterileri. Kayıttan sonra kasetin üzerine özenle gerekli bilgileri yazardı. Julio İglases, Cat Stevens, Feliciano, Yunus Emre ilahileri, İzzet Altınmeşe… Kaset kayıt faaliyetine Ufuk, Ümit Aktaş birkaç plağıyla bir kayıt yapması için dükkana geldiğinde başladı. Ufuk’un dükkanından alınan kaset belli olurdu. Neşeli üretkenlikten söz ediyorum ya yazılarımda… Ufuk işte böyle bir üretkenliğin içinde var oldu hep. Küçük bir dükkanda başlayan fotoğraf tutkusu ve sanatseverler arasında gerçekleşen minik atölye çalışmaları Mimar Sinan Üniversitesi’ne götürdü onu yıllar sonra, ardından da üniversite hocalığına.
Birkaç yılda bir araya geliyoruz ancak, uzun zamandır bu böyle. Ufuk bazen bir e- postayla bir konuda duyarlı olmaya çağırıyor beni. Geçen sene Eylül ayında Hülya Aktaş Yazıcı’nın düzenlediği “Şehrin Gizli Dili” başlıklı trienalde Ufuk’un da fotoğrafları vardı. Sergiden sonra eşiyle geldi, kızkardeşim Aynur’un evinde sohbet ettik. Geçmiş bazen kimi sahneleriyle geri geliyor, şimdinin baskılarına fazlasıyla kendinizi kaptırmamışsanız. Sanat da bir şeylere kendini unutturacak kadar alışmaya karşı bir direnme yolu değil mi… Unutmak için çabalamayan insanlarız hepimiz de; laf lafı açarken dün ve bugün arasındaki bağlantılar yeniden kuruluyor.
Ben sıcak sohbeti güdümleme pahasına gazeteci kimliğimle araya giriyorum:
Ufuk’un Şehrin Gizli Dili’nde sergilenen fotoğraflarında şehir içinde görünmez kılınan manzaralar çok eskiden beri ağırlık kazanıyor. Nasıl oluştu bu ağırlık? Başından itibaren kararlı bir seçimle mi gerçekleşti, yoksa zaman içinde bir temanın öne çıkmasından mı söz etmek gerekir? Şöyle cevaplandırdı sorumu Ufuk: Ben varoşlarda doğup büyüdüm, lise çağında Küçükyalı’ya taşındık. Kendimi varoşlarda her zaman daha mutlu ve güvenli hissetmişimdir. Tekin olmasa da bana göre güvenliydi Ankara’nin Çinçin Bağları mahallesi. Bazen rüyalarıma girer, gözlerimde yaşlarla uyanırım, o kadar özlüyorum. Ziyaretlerimde komşuların evlerindeki aşina eşyaları, döşemeleri ellerimle okşadığım olmuştur, o kadar bağlıyım mahalleye.
Trienal fotoğrafları 1993-2006 yılları arasında çekildiler.
Görsel kalite renkli olana göre daha zor yakalanıyorken, Ufuk’un tercihi siyah beyazdan yana. Siyah-beyaz, fotoğraf sahnesini güncel olandan çıkartarak öncesiz ve sonrasız bir zamana ait kılıyor. Başka bir ifadeyle siyan beyaz fotoğrafla kaydedilmek istenen sahne, renklerin müdahalesiyle karışmaksızın, kendi zamanının görece etkilerinin dışında bir varoluşsa sahip oluyor.
Varoşlarda bazı bölgeler hızla kaybolurken hiç değişmeyen noktalar var. Binaların değişmesiyle çehre de değişiyor, ama kimi mahalleler olduğu gibi duruyor henüz. Çinçin’e dönük müdahalelere tanık olduktan sonra, bir hatırası olan semtlerin her an kaybolacağı, bir dahaki sefere kimi sahneleri bulamayacağı endişesiyle olabildiğince fazla fotoğraf çekmeye çalışıyor Ufuk, varoşlara gittiğinde. Kentsel dönüşüm adına iyi kötü, uygun ya da değil, ayırt edilmeksizin sürdürülen yıkımlarda, göçebe toplum yapımızın sebep olduğu bir gözü karalığın etkili olduğu kanısında. Öte taraftan varoşlarda hâlâ eski Rum yerleşmeleri mevcudiyetini koruyor. Balat gibi sonradan varoş niteliği kazanan semtlerde yeni binalar daha da eğreti üstelik.
Varoşlarda çok çeşitli insan tipi var, insan ilişkileri sıcak, birinin yaptığı diğerini de ilgilendiriyor, bu çok önemli, dedikten sonra ekliyor Ufuk: Kimi ağaç dikmeye çalışırken, kimi dikili ağacı da umursamaz, kimi adaplıdır, kimi hırçın. Bir mahalle baskısı elbet var. Ama insanların ihtiyaç duyduğu yakın ilişkiler bunu getiriyor. Bir şeyler düzelmeli tabii, fakat düz bir şekilde yıkarak değil. Varoşlar kendi içlerindeki iyileştirmelerle doku olarak korunmalı, aksi takdirde kaba ve hızlı bir düzleştirmeyle şehre anlam kazandıran bir zenginlik tarihe karışacak. Bunun getireceği zararlar veya açacağı yaraların hesaba katılmamasının maliyeti ödenemeyecek kadar ağır olabilir.
Ufuk’un objektifinde varoş, sadece sefalet ya da arabesk ifadeler değil, büyük bir şantiye olmaya hazırlanan kimliksiz, usulsüz mahalleler bütünü de değil. Peki, varoşlara yoğunlaşan fotoğraf sanatçısının bakış açısı hangi durumlarda belgeseller için de yapılageldiği üzere “sefalet ve yoksunluğun” teşhirine dönük bir amaç atfedilmek suretiyle eleştirilmeyi hak ediyor? İyi niyetli sanatçı böyle bir görme biçimiyle arasına mesafeyi nasıl koyacak...
“Fotoğraflarımı, hiçbirşeyin ziyan edilmediği ve kendine özgün mimarisiyle, mahalle kavramının buluştuğu alanların görselleri olarak tanımlıyorum sadece” diyerek sorumu cevaplandırıyor Ufuk.
Ranciere “katlanılmaz” görüntü diyor, ya da”düşünceli görüntü”. Galiba fotoğrafı muhtemel “teşhir” suçlamasına karşı aklayan, katlanılmaz sayılandaki gösterilemez olanı “düşünceli görüntü”ye dönüştürmedeki ustalık. Bu da ne olursa olsun sanatçının gözündeki ışığın kaynağıyla, yöneldiği sahneye hangi zaviyeden baktığıyla ilgili bir marifet olmalı.